KRİZ COĞRAFYASINDA UFUK TURU – II
Kısa “ufuk turu” denemesinin ilk bölümünü bitirirken, gözlemlerimi “jeo-ekonomi (emperyalizm), silahlanma harcamaları”, “kapitalizme karşı olanları bastırmak için işbirliği arzusu” ve “otoriter demokrasi” olarak özetlemiştim.
Kısa “ufuk turu” denemesinin ilk bölümünü bitirirken, gözlemlerimi “jeo-ekonomi (emperyalizm), silahlanma harcamaları”, “kapitalizme karşı olanları bastırmak için işbirliği arzusu” ve “otoriter demokrasi” olarak özetlemiştim.
Bu gözlemlerle, “20. yüzyılın başında küreselleşme neden çökmüştü” sorusuna cevap arayan çalışmaların ortaya çıkardıkları bulgular arasında korkutucu paralellikler var. 1990’ların başından bu yana yaşananlar, o dönemde bu köşede tartıştığımız öngörülere uygun yönde ilerlemiş olduğundan, söz konusu araştırmaların bulgularını bir kez daha aktarmak yararlı olabilir.
Bu araştırmalar, küreselleşme (emperyalist ülkelerin sermayesinin kriz eğilimlerini, mal, sermaye, nüfus fazlasını göndererek öteleme gereksinimlerine açık bir küresel kapitalist ekonomi oluşturma) sürecinin, üç çelişkinin derinleşmesiyle çöktüğünü gösteriyordu.
Gelişmiş kapitalist devletler içinde gelir dağılımının daha da bozulmasıyla derinleşen “toplumsal sorun”, yükselen toplumsal muhalefet, yoğunlaşan kapitalizme alternatif arama çabaları; hükümetler bunlara cevap verirken korumacılığın yükselmesi. İkincisi, gelişmiş kapitalist devletler arasında, güç dağılımının bozulmaya, dengelerin değişmeye başlaması. Üçüncüsü, ikincisine bağlı olarak yeni açılmakta olan coğrafyalarda, büyük güçler arasında paylaşım rekabetinin, emperyalizme karşı yerel direnişlerin yoğunlaşması. Bu üç çelişki üzerinden, devrimler, emperyalist savaşlar, sömürge katliamları, bağımsızlık savaşları küreselleşme sürecini çökertmişti.
Yirminci yüzyılın başında çöken “küreselleşme” İngiliz hegemonyası altında inşa edilmişti; bugün dağılmaya başladığından giderek daha çok sayıda yorumcunun şüphelenmeye başladığı küreselleşme süreci, ABD hegemonyası altında şekillendi. Bugün de “küreselleşmenin krizi” bir hegemonya (ABD) kriziyle birlikte ilerliyor.
Hegemonya, bir grup ülkeyi belli dış politika hedefleri doğrultusunda, zor kullanmaya gerek kalmadan, ikna ve liderlikle, kabule dayanan bir süreç içinde yönlendirebilme kapasitesi anlamına geliyor. ABD’nin bu bağlamda gittikçe daha fazla zorlandığını görüyoruz. Örneğin, Prof. Roubini ve Eurasia Group’un direktörü oIan Bemmer, Foreign Policy dergisiyle geçen hafta yaptıkları bir söyleşide, Rusya ve Çin’in artık ABD’nin ne düşündüğüne pek fazla aldırmadıklarına dikkat çekiyorlardı. Aynı dergide James Traub, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerinin yanı sıra, Güney Afrika, Endonezya’nın, Suriye sorununda ABD ve Avrupa’nın yanında yer almamakta ısrar ediyor olmalarından yakınıyordu.
‘Yüzde 99’ her yerde
Devletler arası ilişkiler alanında çelişkiler derinleşirken, ülkelerin içindeki çelişkiler de derinleşiyor, “toplumsal sorun” gündemin başına oturmaya başlıyor.
Geçen hafta Wall Street Journal’da, Prof. Metzer’in (Carnegie Mellon ve Standford) bir yorum çok ilginç iki gelişmeye ışık tutuyordu. Birincisi, 1903-2004 arasında yalnızca ABD’de değil daha birçok gelişmiş ülkede en üst yüzde birin geliri yüzde 99’unkine göre artmış. İkincisi Metzer’in sunduğu grafik bu artışların 1900-1910 arasında en sert olmak üzere 1900-1930 arasında belirgin sıçramalar yaşadığını, 1950-1980 arasında dalgalanmaların yavaşladığını, artışların zayıfladığını sergiliyor. Aynı grafik, 1980’lerin sonundan itibaren, “finansallaşma başladıktan sonra, artışlardaki dalgalanmaların sertleştiğini, artışlarda sıçramalar başladığını” da gösteriyor. Kısacası, gelir dağılımındaki bozulmalar kapitalizmin tümüne ait bir olgu. İkincisi, finansallaşma (küreselleşme) dönemlerinde daha da bozuluyor. Toplumsal altüst oluşlarla bu dalgalanmaların artması, şiddetlenmesi arasında doğrudan bir ilişki olduğu görülüyor.
“Toplumsal sorunun” böyle yeniden gündeme gelmesiyle birlikte, genelde “liberal demokrasilerin”, liberal (kişi özeli, bireysel haklar ve özgürlükler vb.) özellikleri terk ederek otoriter demokrasilere “güvenlik devletlerine” dönüşmeye başladıklarını görüyoruz.
Bugün, bu süreç iki yoldan ilerliyor. Birincisi, pazartesi aktardığım araştırmacı, Prof. Mark Neocleous’un çalışmalarının ışık tuttuğu gibi, savaşı ve “terorizm” tehlikesine “doğal felaketlere” karşı “hazırlıklı olma” uygulamalarını, ülke içinde halkı denetim altına alma, pasifleştirme ve muhalefeti bastırma aracı olarak kullanmaktan geçiyor. İkincisi de, Northern College, Sheffield Hallam Üniversitesi’nden John Grayson’un geçen hafta Open Democracy sitesinde “Britain as a private security state: First they came for the asylum seeker” (Özelleştirilmiş güvenlik devleti olarak Britanya: Önce sığınmacılar için geldiler) başlıklı yazısında aktardığı gibi “göçmenler ve sığınmacılar” (yabancılar) sorunu üzerinden ilerliyor. Bunlara, The Weekly Standard dergisinin (Neocon) editörü Caldwell’in Financial Times’taki köşesinde yayımladığı “En sinsi bela olarak Hackers” başlıklı yorumuna bakarak, internet güvenliği sorununu da eklemek gerekiyor. İngiltere hükümeti şu sırada çıkarmakta olduğu bir yasayla tüm vatandaşlarının internet trafiğini, cep telefonu konuşmalarını izlemeye hazırlanıyor.
Yine dışarda emperyalizm, sömürge savaşları, içerde, otoriter eğilimler, siyasi gericilik… Akrebin dediği gibi “doğasında var…”