KAPİTALİZM YENİ AÇILIMLAR BULABİLİR Mİ?
Her ne kadar ana akım iktisat yanlıları, gelişmekte olan ekonomilere, “yükselen piyasalar” nitelemesini layık görerek şeref payeleri dağıtsa da, kapitalist dünya, açıktır ki, gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler arasında bölünmüştür.
Her ne kadar ana akım iktisat yanlıları, gelişmekte olan ekonomilere, “yükselen piyasalar” nitelemesini layık görerek şeref payeleri dağıtsa da, kapitalist dünya, açıktır ki, gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler arasında bölünmüştür. Öteden beri kapitalist ağalar gelişmekte olan ekonomileri farklı dönemlerde farklı isimlerle taltif etmişlerdir. Bir zamanlar geçerli olan “geri kalmış ekonomiler” ifadesi, zamanla “gelişmekte olan ekonomiler” söylemine, küreselleşme döneminde ise “gelişen piyasalar” nitelemesine dönüştürülmüştür. Dikkat edilirse, her tanımlama değişimi bilincimizi çarpıtarak, biz garipleri biraz daha yüreklendirmiş, son aşamada da, artık gelişmiş ekonomilerle aramızda bir fark kalmamış görüntüsü ile sömürü narkozunu iliklerimize kadar sokmuş bulunmaktadır. Evet, o denli bilinç çarpıtılması yaşamaktayız ki, geçmişin gelişmekte olan ekonomi söylemi şimdilerin gelişen piyasalar söylemine dönüştürülürken, geçmişin geri ya da kalkınmakta olan ekonomilerinin, günümüzde kimler için gelişen piyasalar oluşturduğunu, maalesef, ne anlayabilmekte ne de sorgulayabilmekteyiz.
Gelişmekte olan ekonomilere atfedilen ifadelerdeki her değişim, açıktır ki, söz konusu ekonomilerin merkez kapitalizme sunduğu hizmetlerin pohpohlanarak perdelenmesinden başka bir şey değildir. Bir elin parmakları kadar birkaç kişi dışında, belki de geri kalmışlığın kaderi olarak, geri kalmışlık bizzat ileri ekonomilerde yetişmiş ekonomistler tarafından geri bıraktırılmış ekonomiler şeklinde değil de, özellikle ABD başta olmak üzere, gelişmiş ekonomiler ekonomistleri tarafından, geri insanların özellikleri şeklinde incelenmiş, nitelenmiş ve tanımlanmıştır. Kalkınma ekonomisi üzerindeki literatürün 1950 ile 1955 tarihleri arasında yoğunlaşması, İkinci Paylaşım Savaşının kapitalist dünyaya saldığı korkunun bir ürünü olsa gerek. Bir yandan dünyanın büyük bölümünün kızıla boyanması karşısında, kızıl damganın geri ekonomilere yayılmasını önlemek, diğer yandan da kapitalizmin vazgeçemeyeceği gereksinimi olan piyasa alanlarının garantiye alınması çabaları, Dünya Bankası nezdinde özel bir dairenin kurulmasına yol açmıştır. Ne var ki, gelişmiş merkezler tarafından yürütülen incelemeler, Baran-Sweezy ve diğerlerinin sonralardan farklı ve gerçekçi görüşlerinin aksine, geri kalmanın nedeni, koloni sömürgeciliği ya da emperyalizm tanımlamalarına fazla bulaşmadan, bizzat geri ülkelerden kaynaklanan nedenlere bağlanmış görüşler şeklinde kafalara zerk edilmiştir.
Küreselleşme döneminde gelişen piyasalar ifadesine layık görülen özde gelişmekte olan, hatta geri olan ekonomiler bu kez de reel sektör, daha da yaygın ve geniş olarak finansal sektör için piyasa ve sömürü alanı olarak merkeze hizmet sunmaktadır. Şık bir niteleme perdelemesi altında geri ekonomilerin küreselleşme döneminde geçmiş dönemlere göre çok daha aleni sömürü odağına dönüştürülmesinin reel sosyalizmin çöküşü ile yakından ilgisi olmakla beraber, gelişmiş ve geri merkezler arasındaki söz konusu karmaşık ilişkilerin salt reel sosyalizmin krizi ile anlatılması, doğal olarak, yetersiz kalır. Zira, Batı dünyasında birikmiş fonların reel sektörde gerileyen kâr oranları karşısında alternatif piyasa arayışlarına denk düşen geri ekonomilerin tasarruf yetersizliği ve gelişmiş iletim sistemi vb gibi bir dizi olguyu da sürecin öğeleri arasında saymak kaçınılmazdır.
Batı dünyasına baktığımızda, ara sıra yaşanan krizlerin bir yandan “kapitalizmin pembe dönemi” olarak anılan sosyal politikalarla iç piyasanın genişletilmesine, diğer yandan da çeşitli ekonomik süreçlerle gelişmekte olan ekonomilere dayanarak geçiştirildiğine tanık olmaktayız. Ancak, reel sosyalizmin çöküşü ve küreselleşmenin tüm yerküreyi sermayenin önüne sermesi ilk anda, bir yandan gelişmiş ekonomiler açısından maliyet tasarrufu sağlaması, diğer yandan geri ekonomiler tarafından ise kalkınma umudu(!) olarak görülmesi, bir süre fazla sorun yaratmadan sürdürülebilmiştir. Her güzel şey(!) gibi, kimi çevrelerce geriş ekonomiler için inanılmaz nimet olarak algılanan bu tatlı(!) sürecin de Lavoisier yasası gereği bir sonu olacaktı. İşte, ufukta gözüken kaçınılmaz son budur! İşin acı tarafı, acı sonu da geri ekonomi çevreleri değil, gelişmiş merkezler algılamaktadır ve kuşkusuz, kendi yönlerinde yeni projeler üzerinde çalışmaya koyulmuşlardır. Öyle anlaşılıyor ki, Batı ekonomilerde yaşanan dalgalı işsizlik, salt son krizin bir sonucu olmayıp, bizzat krizi de tetiklemede başat rol oynamış olan üretimde yaşanan inanılmaz teknolojik gelişmeler ve onun neticesi olarak gelir dağılımı bozukluğunun da bir ürünüdür. Geçenlerde bilgisayarlarımıza gelen Almanya’daki Volkswagen firmasının çok katlı bir laboratuarı andıran fabrikasında, adeta bir müze gibi ziyaretçilere de açılan üretimin tüm aşamalarında, ancak kimya sanayi dalında görülebilecek temiz kıyafetli az sayıda emekçinin tümüyle kompüterize sistemi denetlemekle görevli olması, geri ülkeler kadar, hatta ondan da öte bizzat gelişmiş ekonomileri endişeye sevk edebilecek bir gelişmedir. Haftaya buradan devam etmek üzere!