Her şey koronavirüse endekslendi. Çünkü evlerimizden çıkamıyoruz. Şu sıralar hayat büyük oranda dijitalleşti. Ama bu dijitalleşmenin dışında kalan reel sektör var. Üretim pek çok fabrikada kısa aralar verilse de devam ediyor. İki tarafı keskin bıçak olan bu salgın sürecinde üretimin devam etmesi yaşamsal ihtiyaçlar için elzem ama bir tarafıyla da yaşamın sürmesi için ciddi risk. Virüs fabrika işçisini es geçmiyor ama gerçek anlamda önlemler alınırsa ki mutlaka bir yolu vardır; üretim düşse de devam edebilir.
Üretim tüm dünya için olduğu gibi Türkiye ekonomisi için de çok önemli. Ama nasıl bir üretim, kim için üretim sorularına vereceğimiz yanıt da çok önemli. Eksiklerim varsa affola ama kendi penceremden geçmişten bugüne geldiğimiz noktayı nasıl gördüğümü anlatmak isterim.
Salgından önce ve salgından sonra dememdeki kasıt, özelleştirmelerle başlayan kamuculuğun tasfiyesi ve piyasacı anlayışın hakim olmasının ekonomi üzerinde ve üretim araçları üzerindeki etkisidir.
Türkiye’ye iktidar partileri eliyle emperyalizmin dayattığı projelerin en ağırı özelleştirmelerdi. Özal iktidarı ile kamu kurumları batan geminin malları gibi satıldı. Yabancı sermayenin ve komprador burjuvazinin ağzının suları akıyordu ve bu ağız sulandıran kurumlar neredeyse bedava, “Yeter ki alın” diye yalvararak satılıyordu. Et-Balık Kurumları, Sümerbanklar, Telekomlar, Petkimler, Tüpraşlar, limanlar, madenler, SSK İlaç Fabrikaları ve daha nicelerinin satışı ve kapatılması iktidarlar için başarı, halk içinse yoksullaşma oldu. Şimdi bir medikal maske bile vicdan sahibi bazı tekstil kuruluşları tarafından ücretsiz dikiliyor. Ya da şöyle söyleyelim; maliyeti bu firmalar tarafından üstleniliyor. Eğer Sümerbanklar kapatılmasaydı belki de bugün tıbbi standartlarda ve tüm dünyayı maskeyle donatacak bir üretim aracı devletin elinde olacaktı. Salgının başında kaosa neden olan küçücük kağıt maskeler tanesi 5-10 liradan satılmayacaktı. Çünkü üretim araçlarını elinde tutamayan devlet sosyal olamaz! Sosyal devlet ise vatandaşının sağlığı için gerekli olan her malı üretir ve herkese dağıtır, satmaz!
Şimdi gelelim üretim içindeki unsurlara. Ben işçi cephesini anlatmaya çalışacağım. KİT’lerin satışıyla birlikte vatandaş hem yoksullaştı hem de işçi olanlarının da haklarında önemli kayıplar yaşandı.
Çalışma hayatında devletin patron olduğu dönemlerde iktidarlar her ne kadar işveren yanlısı gibi davranmaya çalışsalar da, işçinin büyük tepkisi ile karşılaşıyor ve çoğunlukla geri adım atmak zorunda kalıyorlardı. Büyük işçi eylemleri, grevler ve mitingler bu dönemde tarihe geçti. Üstelik o dönemlerde bütün dünyayı ve ekonomileri böylesine etkisi altına alan bir salgın da yoktu. Şimdi böyle ciddi bir sorun yaşanıyor ve işçinin kaderi, sadece virüsün insafında değil, sermaye ve iktidarın iki dudağı arasında. Bu üretim araçlarının sahibinin sermaye olmasından kaynaklı bir sorun. İşçiler 3 ay ücretli izne çıkartılabilecek ve bunun gerekçesi bile aranmayacak. 1.177 lira gibi bir sefalet ücretini de herkes vicdanına kabul ettirebilecek. İşsizlik Sigortası Fonundaki para, işverenlerin işçiyi ücretsiz izne çıkartmasının güvencesi olacak. Yok öyle yağma! İşçinin adına oluşturulan fona dokunacağınıza işveren örgütlerinin, sendikalarının kasalarına el atın. Mesela MESS, “Biz Bize Yeteriz” desin ve ücretsiz izne zorunlu çıkarılan işçilere, 3 ay insanca yaşamaya yetecek ücreti ödemeyi taahhüt etsin. TÜSİAD, MÜSİAD üyeleri de en az işçi kadar bu ülkenin sahibi değil mi?
İşçiyi çalıştığı sürelere göre ayırmak kadar ahlak ve vicdan dışı bir uygulama olamaz. Çalıştığı süreye bakarak yaşamsal ihtiyaçlarını belirleyen bir devlet anlayışı olmaz ama sermaye olur. Görülen o ki, bu salgından birlikte çıkacağız derken işçiler kastedilmiyor. Üretim tek taraflı bir iş değildir. Üretim bantlarınız ne güzel, ne güzel ama hala çalışacak insan ister, işçi ister. Ekmek için fırınlara, fırınların üretmesi için ekmek işçisine, hastalığı yenmek için ilaca, ilaç için ilaç fabrikalarındaki işçiye, tedavi için hastaneye, hastane için sağlık çalışanlarına ihtiyaç var.