Sendikal mücadele ya da gerçek adıyla sınıf mücadelesinin ne olduğu konusunda pek çok sendikacının kafası net değil. Hatta daha da ileri gidersek ne olduğu konusunda en ufak bir fikri bile olmayan çok sendikacı var. Genel başkan olmuş ama yaptığı işin ne olduğundan bihaber. Hatta hatta akademisyenler var; sendikaların amacının ve varlık sebeplerinin ne olduğunu bilmeyen, sendikaları kendi siyasi düşünceleri doğrultusunda kullanabileceğini zanneden. Bunlar uzun yıllar sendikaların içine yuvalanıp buraları AB’nin istekleri doğrultusunda kullandılar. Sendikacılığı bir rant kapısı olarak gören sendika başkanları da bir iş yapıyormuş gibi gözükmek için bu uzmanları yıllarca istihdam ettiler. Sonra uzmanlar başkanların altındaki koltuğun kayması için girişimde bulununca kapı önüne koydular ya da koltuk gidince, yeni gelenler bu uzmanlarla yollarını ayırdı.
Neden böyle bir giriş yaptığıma gelince; içinden geçmeye çalıştığımız ekonomik krizde sendikaların birbirinden farklı tavırları anlaşılsın diye. Bu haftaki yazımı Aydınlık’ta bir süredir Doğu Perinçek ve Mehmet Akkaya’nın da sürdürdüğü, işçi sınıfı ve örgütlü yapısına ayırdım. Sendikalar kapitalizm içerisinde sınıfa lazım olan örgütlerdir ve hayati önemleri vardır. Elbette ki doğru bir önderlik ve çizgide! Siyasi parti ve örgütler değillerdir ancak varlık sebebi olarak, siyasetin tam da göbeğindedirler. Yine de siyasi yapılardan bağımsız olmak zorundadırlar.
Sendikalar kapitalist sistem içerisinde üyelerinin hak ve çıkarlarını korumak ve artırmak için varlardır. Temel anlamları budur. Emeğini satarak hayatını sürdüren bir işçi için bazen varlık yokluk sebebidir sendikal örgütlülük. Yasalar sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri elbetteki tamamıyla kaldırmaz ama sendikal yapı sadece ücret ve yan haklar için değil, kendi örgütlülüğünü büyütmek için de mücadele verir. Bu mücadelenin olmazsa olmazı istihdam edilmiş işçilerdir. Basit bir mantıkla; iş varsa işçi var, işçi varsa sendika var.
İşçi sınıfı, Mehmet Akkaya’nın da yazılarında dediği gibi itici ve birleştirici sihirli bir güce sahiptir. Sokağa indiği zaman toplumsal tüm kesimlerin desteğini arkasına alarak yürür. Bunun örnekleriyle doludur işçi sınıfı tarihi. Bu yüzden de kendi haline bırakılmaz. Sendikalar işçi sınıfını yönlendirmek için en uygun yerlerdir. Bu sebeple de hem devletin hem de diğer siyasi yapıların içine sızdığı ya da bir şekilde müdahale ettiği örgüt olmaktan kurtulamaz. Özellikle de sınıf hareketinin yükselmesi beklenen dönemlerde sendikalar içerisindeki görevliler faaliyete geçer ve dışarıdan bakıldığında işçilerin hakları için yapılıyormuş gibi görünen eylemler düzenlerler.
Şimdi yaşadığımız krizde de işçi hareketinin yükselmesi bekleniyor çünkü gidişata bakıldığında işçi çıkarmaları giderek artacak gibi gözüküyor. İşçi sınıfı ve örgütleri böylesi durumda çözümü tartışması gerekirken bir kısmı sermaye düşmanı tavırlarla, işçinin ekmek kapısına adeta saldırıyor. Sermaye düşmanlıkları, üretim düşmanlığına dönüşüyor. Sistem içerisinde faturanın sadece işverene kesilmesi talebi akılla açıklanamayacak kadar hayatın gerçekliğinden uzak. Son zamanlarda sıkça kullanılan, “aynı gemideyiz” sözü bu kriz için çok da yerinde bir benzetme. Faturanın işverene ödettirileceği yalanıyla eylem yapanlar, kapanacak kapıların faturasının işsiz kalacak olan işçilere kesileceğini neden söylemez? Ben size söyleyeyim; çünkü o zaman çözümü konuşmak gerekecektir. Çözümü konuşursanız emperyalizmden kopmak ve üretim ekonomisini savunmak gerekecektir. Bu da o uzmanların ve özel görevli sendikacıların hiç işine gelmeyecektir. Bacası tüten fabrikalar güçlü ve ayakta bir Türkiye’nin ve işçi sınıfının göstergesidir de ondan.