3 YIL 6 AYDAN 8 YILA…
Soğuktu ve yağmur yağıyordu. Ankara´nın ortasında, Sıhhiye Meydanı´ndaki Abdi İpekçi Parkı´nda toplandılar.

Soğuktu ve yağmur yağıyordu. Ankara’nın ortasında, Sıhhiye Meydanı’ndaki Abdi İpekçi Parkı’nda toplandılar. Göğe açılmış ellerden oluşan heykelin parmaklarına Türk bayrağım asıp halay çekmeye başladılar. Bağırdılar: "Direne direne kazanacağız." "Kurtuluş yok tek basına, ya hep beraber ya hiçbirimiz."
Öğle vakti Ankaralılar yarım ekmek içi 100 gram peynir yaptırıp götürdüler. Kadınlar tepsi tepsi börek taşıdı. Sahip çıktılar onlara. Sonra polis geldi. Üç tarafı havuzlarla çevrili ortadaki küçük odaya onları hapsettiler. Oradan çıkıp diğer arkadaşlarıyla buluşmak, birleşmek istediler. Şuraya yöneldiler, polis bırakmadı. Buraya yöneldiler, olmadı. Ana caddeye bakan taraftaki köprünün üstünde göğüs göğüse geldiler polislerle. Coplar indi, kalktı. Biber gazları sıkıldı. Buz gibi havuz sularına sürüldüler. Bellerine kadar suyun içindeyken bağırdı içlerinden biri: "Ne yapalım, dağa mı çıkalım hakkımızı aramak için?" Gözleri, ciğerleri gazdan yanıyordu. Kadın işçiler baygınlık geçirdi. Sinir krizi geçirenler oldu. Haklarını almak için çırpınıyorlardı. Geride bıraktıkları eşlerinin, çocuklarınn yüzlerine onurlu bir biçimde bakabilmek için haykırıyorlardı: "Biz haklıyız, biz kazanacağız." Ben de oradaydım. …
Ankara kar altındaydı ve onlar çatı örgütlerinin de bulunduğu Sakarya Caddesi’nin sokaklarına çerden çöpten çadırlar kurdular. İzmir çadırından çıkıp Diyarbakır çadırına, Bitlis çadırından çıkıp Samsun çadırına giriyorlardı. Örgütlerinin binasının önünde halay çekiyor, slogan atıyor, mücadeleyi bırakmıyorlardı. Bütün istedikleri güvenli bir iş, doyuracak bir aş idi. Millet sahiplenmişti bir kez. Ülkenin her yanından yardımlar, heyetler geliyor; herkes karınca kararınca dayanışma göstermeye çalışıyordu. Çadırların ortasına kurdukları televizyondan Ulusal Kanal’ı izliyor, haberler üzerine yorumlar yapıyorlardı. Aydınlık Gazetesi henüz haftalıktı o zaman.
Günlerce, haftalarca eşlerini, çocuklarım göremediler. Amasya çadırından Seyfullah şanslıydı. Okullar Şubat tatiline girince eşi küçük kızını da alıp gelmiş, ailecek çadıra yerleşmişlerdi. Kızın adını şimdi hatırlamıyorum. Birinci sınıftaydı daha. Günlerce yalvardı babasına, "Hadi eve gidelim" diye. Seyfullah bırakır mı arkadaşlarını? Bırakır mı mücadeleyi? "Ölmek var, dönmek yok" diye gelmişti Ankara’ya, diğer arkadaşlan gibi. Kızını ikna etmeye çalıştı. Kız yalvardı, Seyfullah ikna etmeye uğraştı. Sonunda kızcağızın da şurasına geldi. "Ömrümü yedin Seyfullah" dedi, babasına baka baka, özlem içinde memlekete döndü annesiyle. Seyfullah’ın adı, arkadaşları arasında "Ömrümü yedin Seyfullah" diye kaldı.
Ankara’da 78 gün kaldılar. İşleri Anayasa Mahkemesi’ne kalınca, bir sabah çadırlarını toplayıp gittiler. Onlar, Türkiye’nin vicdanıydı. Ülkenin üstünde kara bulutlar varken bile mücadele edilebileceğini gösterdiler herkese. Türkiye’nin direnen yanıydı onlar. Herkes bölmeye çalışırken, onlar, eylem içinde Türk ve Kürt’ün nasıl etle tırnak olduğunu gösteren, birleştiren oldular.
Bir de benden dinleyin istedim. Oradaydım çünkü. Haklarında 3 yıl 6 aydan 8 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılan onlar işte. Emeğin yiğitleri. Tekel İşçileri.