Ali GÜZEL Emekli Anayasa Mahkemesi Üyesi
Geçenlerde bir gün, konuyla ilgili yasa değişikliği çalışmaları hakkında basına açıklama yapan ilgili bakanın banka ücretleri ile ilgili olarak “Bankalarla pazarlık yapıyoruz” mealinde sözleri kulağıma çalınmıştı. Ee, tabii koca Devleti Âliye, sabit ve dar gelirlilere dolaylı-dolaysız vergiler yüklerken onlarla pazarlığa durmaz ama, onları korumak için bankaların gönlünü yapmaya çalışır! Bunu yaparken de neo-liberalizme iman edilmiş çağımızda cici sermayeyi incitmek… Zinhar, günahı kebir olur!
Tüketici derneklerinin, bireysel mücadelecilerin, baroların, tüketici yakınmalarını yansıtan az sayıda köşe yazarı ve habercilerin çabalarını ve adil yorum içeren yargı kararlarını saygıyla anarken; toplum genelinin ilgisizliğini ve tepkisizliğini kaydetmek istiyorum.
Anlı şanlı medya yöneticileri, köşe yazarları, TV programcıları, ekonomi ve finans yorumcuları, bu konulara gönül indirmezler.
Yine geçenlerde bir büyük gazetenin ekonomi sayfasında bir köşe yazarı, bankaların hoyratça denetlendiğini yazıyordu. Başka bir gün aynı gazetenin aynı sayfasında yazan ve genellikle işadamlarının dünyasından seslenen bir köşe yazarı, Türkiye sermaye sınıfının en büyüklerinden bir kişinin banka ücretleri ile ilgili sözlerini aktarmıştı. O kişi, bankaların saçma sapan bahanelerle aldıkları ücretleri, faiz gelirlerinin düşmesi gerekçesine dayandırıyordu. Kârdan zarara tahammül yok! Küçülmek, sektör değiştirmek.. akla getirilmez. Neden? Çünkü meydanı boş bulmuşlar: “Yürü ya kulum!” Yabancı sermaye de bu durumu görmüş, yürüyüp geliyorlar. Meşhur deyimin yeridir: Allah gözünüzü doyursun! (Küçülme bahsinde istihdam soslu bahanelere de karnımız toktur.)
Soruyu tekrarlayalım: Ne yapılabilir?
Siyasetçilere hitabımdır: “Yüksek siyaset”, dedim-dedi lafazanlıkları arasında, bu konulara da bir zaman ayırın lütfen. Fakir-fukara, mağduriyet, “benim vatandaşım” söylemleri bir anlam kazanır hiç olmazsa. Unutulmamalıdır ki, on yıllardır dillerden düşmeyen “milli birlik ve beraberliği” bozacak olan, siyasi muhalefetler değil; empati, adalet ve toplumda güven duygusunun aşınmasıdır. Bir toplum ancak böylece çözülür ve çürür.
Eksik rekabet ortamında sözleşme serbestliğinden bahsetmenin gerçekçi olmayacağından hareketle, mal ve hizmetlerin üretim, pazarlama, bakım, tamir süreçlerinde, sosyal hukuk devleti, tüketiciyi yalnız ve çaresiz bırakmamalıdır.
Medya profesyonellerine hitabımdır: Damlaya damlaya göl olan (ve ahlak, adalet ve güven duygusunu erozyona uğratan) bu haksızlıkları görmek, göstermek, yetkili organ ve makamları harekete geçirecek ölçüde toplum gündemine taşımak gerektiğini düşünüyorum.
Borçlar hukuku ve ceza hukuku uzmanları ile yasama organına hitabımdır: Çağımızın sosyoekonomik koşullarında, klasik sözleşme teorisinin ve her münferit olay için özel hukuk yollarından yargıya başvurma kuralları koymanın adaleti hayata geçirmede yeterli olmadığını görmemenin artık olanaksız olduğunu, görmezden gelmenin vicdan sınırlarını zorladığını ifade etmek istiyorum. O halde toplumsal barışı ve mutluluğu sağlamak için buyurucu kurallar alanını genişletmek, etkili yaptırımlarla desteklenmiş gerçekçi, caydırıcı kurallar geliştirmek gerekmektedir. “Kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği, küçüklerin de takılıp kaldığı örümcek ağı gibidir” mealindeki özdeyişe haklılık alanı bırakılmamalıdır. Bu cümleden olarak; tüketiciye karşı hukuka aykırı işlem ve davranışları yargı kararları ya da başka şekillerle sabit olan ekonomi aktörlerinin kuruluş ve faaliyet izinlerini kaldırma, sınırlama, süreli veya süresiz faaliyetten yasaklama, hapis cezası vs. gibi yaptırımlar düşünülmelidir.
Kredi kartı ücreti örneğinden gidersek: Israrlı talep ya da hakem-yargı yolu sonunda banka bu ücreti iade/mahsup etmekte, ancak daha sonra aynı müşteriden yine ve diğer müşterilerden ücret almaya devam etmektedir. Yukarıda değinildiği üzere haksızlığının yargı kararlarıyla tescil edildiğini bilen banka; tüketicilerin büyük çoğunluğunun bu ücretin farkında olmadığını veya başka sebeplerle talep ve takip konusu yapılmayacağını da bilmektedir. Hani bir kişinin maruz bulunduğu zor durumdan veya gafletinden yararlanarak üzerinden cüzdanını veya kıymetli eşyasını alırsınız; görüldüyse “pardon!”, görülmediyse “koy sepete!”. Öyle de böyle de bu eylemin hukukta bir nitelemesi olmalıdır. Neo-liberalizm coşkusuyla bir ara “ekonomik suça ekonomik ceza” söylemi ortaya atıldıydı. Dikkat edelim ki, üstünde durduğumuz konu, dürüst ekonomik faaliyetin ötesinde gabinden (aldatma) kaynaklı dayatmadan istifadeyle hırsızlık ve dolandırıcılık sınırlarında dolaşan bir konudur. (Bana sorarsanız, ayrıca terördür.)
Ekonomi aktörleri, “ceo”lar ve benzerlerine hitabımdır: Hayatın yegâne anlamının ne pahasına olursa olsun para kazanmak ve kariyer yükseltmek olmadığı bilinmez değildir. Başarı ve mutluluğun tek ölçütü de bunlar değildir. Teknolojik olanaklar ve organizasyonlar sayesinde artık görünmez olup, tüketici kitlesiyle yüz yüze gelme zorunluluğu bulunmamakla birlikte; gülen gözlerle bakışmanın mutluluğu, adalet, erdem, empati pratikleri ile geçen bir ömür boyunca insanlarla kin ve nefretten uzak sevgi, saygı ve güven içinde yüzleşmenin güzelliği unutulmuş olamaz. En sonunda hayatın bir muhasebesi yapılmayacak mıdır? Bir gönül huzuru aranmayacak mıdır? Hayatı anlamlı kılan da sevgi ve barış değil midir? Biraz da şairlere kulak vermeli: “Yaşamak: birer birer ve hep beraber… bir sevda şarkısı gibi duyup bir çocuk gibi şaşarak yaşamak…” “…Memleket isterim, yaşamak sevmek gibi gönülden olsun!”
Tanıtım, reklam, hatta sözleşme şartlarını değiştirme içerikli -ki, muhatabın bulunduğu durum itibarıyla yanıltma potansiyeli taşıyabilir- bant kayıtları, dijital mekanizmalar ve benzeri teknolojik olanakları kullanarak telefonla arama, mesaj gönderme gibi yöntemlerin sempatik olmadığını, aksine nefret ettirici, taciz düzeyinde saygısızlık olduğunu da belirtmeden geçemiyorum.
Not: Gündem oluşturmada üstün başarılı, şampiyon takıma kupanın sahada mı soyunma odasında mı verilmesi konusunda emir ve talimat alınan, yapılacak çocuk sayısını, doğumun şeklini velhasıl hayatımızı belirleyen muhteşem Başbakanımız -sınıf atlamış olmakla birlikte- bu konularda da bir “höt” demez mi acaba?