TÜRK-İŞ ARTIK BİTTİ…
Sınıf sendikacılığını gerçek anlamıyla benimseyen, örgütsel yapısını ve mücadele anlayışını ona göre yeniden inşa edebilen, sendikal bürokrasi yerine sendika içi demokrasiyi hayata geçirebilen, Gezi direnişiyle ortaya çıkan beyaz yakalı proleteryanın ihtiyaçlarına cevap verebilen yeni bir sendikal odağa ihtiyaç var.
Türk-iş Genel Başkanı Mustafa Kumlunun istifasıyla birlikte bu işçi konfederasyonunda belli bir tartışma başladı. Türk-iş’teki muhalefeti temsil eden Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP), olağanüstü bir kongre toplanmasını istiyor. Olağanüstü kongre ve bir yönetim değişikliği Türk-iş’teki sorunu çözer mi?
Kuruluşundan bu yana uzlaşmacı sendikacılığı benimseyen, son dönemdeki önemli hak kayıpları karşısında ciddi bir tepki göstermeyen bu işçi örgütünün yapısal sorunları, bir yönetim değişikliği ile çözümlenebilir mi?
Öncelikle kısa olarak Türk-İş’in tarihsel geçmişine bakalım. 1952’de kurulan Türk-iş, o dönemdeki sendikal mevzuata uygun bir yapıda oluştu. 1947 tarihli Sendikalar Kanunu, devletin vesayeti altında işçi hareketinin kontrol edilmesini amaçlıyordu. Kanundaki grev ve siyaset yasağı bunu perçinliyordu. İşte Türk-İş bu koşullarda kuruldu.
Aynca o dönemde, yani Soğuk Savaş döneminde Amerikan sendikacılığının etkisi fazlaydı. Türk-İş’in kuruluşunda da "ücret sendikacılığı ve partilerüstü politika’yı benimseyen Amerikan sendikacılığının etkisi oldu.
Sendikal örgütlenmeyi kısıtlayan ve 15-16 Haziran 1970 olaylarına yol açan 1317 sayılı yasa, Meclis’te Türk-İş’e bağlı sendikacı milletvekilleri tarafından da savunuldu. Türk-İş, 1960-1980 döneminde kamu kesiminde ağırlıklı olması nedeniyle hükümetlerle iyi geçinen, uzlaşmacı bir çizgi izledi.
Türk-İş Genel SEKRETERİ Sadık Side, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra askeri cunta hükümetinde Sosyal Güvenlik Bakanı oldu. Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz da, 1982 Anayasasına "evet" oyu verilmesi için TRT’de bir konuşma yaptı.
1989 Bahar Eylemleri ile Türk-İş’te bir kadro değişimi yaşandıysa da yönetime gelen sendikacılar, daha sonra sendikal bürokrasinin çarkları arasına girip eski yapıyla uyumlu hale geldi. Türk-İş, gerek 1999 ve daha fazlasıyla 2008 yılındaki sosyal güvenlik hak kayıplarında etkili bir muhalefet yapamadı. Yine AKP döneminde SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devrinde, Torba Kanunu’ndaki hak kayıplarında sesi çok cılız çıktı.
Türk-İş yönetimi, TEKEL direnişinde de genel grev anlamındaki genel eylem kararı uygulamasından caydı. 2012 yılında çıkanlan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununda da gerekli tepkiyi gösteremedi. Aslında sendika yöneticileri, işçi sınıfının örgütlenme düzeyi ve mücadele anlayışının bir sonucudur.
Kuşkusuz yöneticiler işçi hareketini etkileyebilir ancak esas belirleyici olan sendikal yapı ve işçi sınıfının içinde bulunduğu koşullardır. Bu yapı değişmediği sürece Türk-İş yönetiminde hangi değişiklik yapılırsa yapılsın, ciddi bir önemi yoktur. Sonuç itibariyle Türk-İş’in bu yapısıyla sendikal harekete bir katkısı olamaz, Sendikal Güç Birliği tüm yönetimi ele geçirse bile pek fazla bir şey değişmez. Hem SGBP’nin, hem de diğer sendikalann sendika içi demokrasiye, daha militan sendikacılığa ihtiyacı var.
Bu ihtiyaç DİSK’in yapısı için de geçerli. O nedenle sınıf sendikacılığını gerçek anlamıyla benimseyen, örgütsel yapısını ve mücadele anlayışını ona göre yeniden inşa edebilen, sendikal bürokrasi yerine sendika içi demokrasiyi hayata geçirebilen, Gezi direnişiyle ortaya çıkan beyaz yakalı proleteryanın ihtiyaçlarına cevap verebilen yeni bir sendikal odağa ihtiyaç var. SGBP’den, DİSK’ten, hatta KESK’ten bu nitelikteki sendikalann yeni bir oluşum için harekete geçmesinin daha doğru olduğu gözüküyor. Görüşümüz bu istikamettedir.