TAKSİM’İ TEKEL İŞÇİSİNE BORÇLUYUZ
Taksimi TEKEL işçilerine borçluyuz Sınıflar mücadelesi yüzlerce setten oluşan bir maç gibidir.
Bunlardan hareketle maçın sonucu hakkında bazı tahminler yürütülebilir. Ancak maç bitmedikçe kimse sonuçtan hiçbir zaman emin olamaz. Öyle ki zayıf taraf, bir süre sonra atağa geçebileceği gibi güçlü olan da, bir yerden sonra havlu atabilir. Özellikle "ertelenmiş" başarı ve yenilgilerin devreye girmesiyle, maçın akıbeti tamamen değişebilir. "Ertelenmiş" başarı/yenilgilerin tarihsel ve sosyal süreçteki rolünü hesaba katmayanlar, sınıf mücadelesi sırasında yaptıkları ara değerlendirmelerde genellikle hataya düşer. Sırf "gerçekleşmiş" olanlardan hareket edip, kimi kayıpların sonraki kazanımları hazırlayabileceğini hesaba katmazlar. Bunun tersini de akıllarına getiremezler. Bu yüzden ya yerli yersiz zafer naraları atarlar ya da gereksiz yere yılgınlığa kapılırlar. Nitekim TEKEL direnişi sırasında ve sonrasında buna benzer erken değerlendirmeler yapıldı. Sabırsızların bir kısmı olayı fazla abartıp, TEKEL direnişinden büyük siyasal sonuçlar çıkarmaya kalkışırken, bir kısmı da elde edilen mütevazı kazanımları yok yere küçümsedi. Oysa sınıf mücadelesinde siyasal iktidardan koparılan kısmi ve geçici tavizler sanıldığı kadar önemli değildir.
Gerçek kazanım, işçi sınıfı birliği ve örgütsel kapasitesinde meydan gelen genişlemedir. Eğer bir direniş, sınıf toprağına bütünleşme, türdeşleşme ve bilinçlenme tohumları atabilmişse, bu, sınıf için çok daha kalıcı ve değerli bir kazanımdır. TEKEL direnişinin toprağa attığı tohumlar konusundaki görüşlerimi daha önce 29 Ocak ve 5 Şubat tarihli yazılarımda dile getirmiştim. Nitekim bu tohumların bir kısmı çimlenip, filiz vermeye başladı. 1 Mayıs 2010 Taksim kutlaması, geçen kış TEKEL emekçilerinin bin bir zahmetle sürdüğü topraktan fışkırmakta olan filizlerden bir tanesidir. Bu nedenle Türkiye işçi sınıfı, 1 Mayıs’ı 32 yıl aradan sonra Taksim meydanında kutluyor olmasını, ne sendikal örgütlerin çabalarına ne de hükümetin insaf ve ihsanına borçludur. Gerçekte ve yalnızca TEKEL işçilerine borçludur. Yetmiş sekiz gün boyunca aç, susuz ayazda tek başlarına tüm zorluklara ve tehditlere kafa tutup hakları için mücadele eden bu fedakâr insanlar olmasaydı, acaba Taksim bugün yine geri alınabilir miydi? Onların cefakârlığı sayesindedir ki, hak arama mücadelesi meşrulaşmış, dahası sınıfın morali hiç olmadığı kadar yükselmiştir. Acaba sınıf dinamiğindeki bu yükseliş olmasaydı, işçi örgütleri bugünkü dirayeti gösterebilirler miydi? Yine bu dip dalgası ve onun doğurduğu ürküntü olmasaydı, acaba hükümet yine Taksim tavizini vermeye yanaşır mıydı? Bu yüzden lütfen kimse kendisine hak ettiğinden fazla pay çıkarmaya yeltenmesin. Sakın kimse sınıfın gücünü küçümseme utanmazlığını yapmasın.
Bu arada Taksim kazanımını sahiplenmeye çalışanlar, belli ki verdikleri açığın farkında değiller! Ayıplarını kendi ağızlarıyla itiraf ettiklerini her halde göremiyorlar. Örneğin konfederasyonlar; madem koordineli ve sıkı bir çalışmayla bunu başarabilecek güçteydiler, o zaman bu insiyatifi neden daha önce kullanmamışlar? Aynı soru işareti hükümet için de geçerli. Madem Taksim açılabilirmiş, dahası onlar istemedikçe ya da göz yummadıkça hiç bir provokasyon olmayabilirmiş, o halde neden daha önce bu iradeyi ortaya koymamışlar? Eğer bunu şimdi ‘demokratlık’ adına yapıyorlarsa, o zaman önceki sıfatları neydi? Seçimler yaklaşıyor ya, sekiz yıl boyunca canına okudukları emekçilerin intikamından mı korkmaya başladılar yoksa? Acaba 1 Mayıs’ı bugüne kadar onlardan çaldıklarına karşı bir sus payı mı olarak düşündüler? Ya da hepsi fiyaskoyla sonuçlanan (Kürt, Alevi, Roman, sanatçı) açılımlarını Taksim açılımıyla mı telafi etmeye çalışmaktalar? Yoksa TEKEL meydan okuması gözlerini çok ama çok mu korkuttu? . . . 1 Mayıs’ı ister 150.000 isterse 300.000 kişiyle olsun Taksim’de kutlamak kuşkusuz iyi olmuştur.
Sınıfın ve işçi örgütlerinin böyle bir morale gerçekten ihtiyacı vardı. Ancak bundan sonrası daha önemli. Şimdi bu moralle 26 Mayıs’a daha sıkı hazırlanmak ve bunu yaparken de deşarj değil, şarj mantığıyla hareket etmek gerekiyor. Örneğin sınıfın enerjisini biriktirip, çoğaltacak ve siyasal arenaya akıtacak (karşıt) bir dil ve eylemlilik üretmeye ihtiyaç var; sınıf mücadelesini ‘normalleştirmeye’ çalışanların oyununu bozabilmek için. Çünkü sınıfta gerçekten bu yönde bir algı doğarsa, son aylarda biraz olsun silkelenmiş olan ölü tozunun emekçilerin üzerine tekrar yapışıp, kalma ihtimali yüksek. Özellikle ‘normalleşme’ söylemi karşısında çok uyanık olmak gerekiyor. Çünkü siyasal iktidarların dili her zaman tek sesli olmakla birlikte bu ses pekâlâ değişik üsluplara bürünebilir. İktidar, tehdit ve korkutmayla bezenmiş buyurma üslubu yanında saygı, uyum ve uzlaşı telkin eden bir ikna üslubu da kullanır. Her ikisinde de amaç itaati sağlamaktır; ancak ilki, pasif itaate (oydaşma), ikincisi ise, aktif itaate (oydaşına) yöneliktir. İkna konuşması, çok daha etkili ve aşılması en güç olandır. Çünkü, ürettiği imge ve sembollerle gerçekliği çarpıtıp, sahte bir anlam dünyası yaratmakta ustadır. İnsanlar, bu dünyanın duygu ve düşüncelerini özümsemekle kalmaz, bunları özgürlük olarak da algılayıp, yeniden üretirler. Böylece toplum üyeleri iktidara sadakatle bağlanırken, iktidar da, maddi var oluşunun ötesinde duygusal ve düşünsel bir var oluşa kavuşur. Bu, VVeberci kuramın ‘otorite’, Marksist kuramın ise ‘hegemonya’ kavramıyla açıkladığı durumdur. Akp’in ideolojik dili buyurgan ve tehditkâr konuşma üslubuna daha yakındır. Dinsel ve muhafazakar temalarla güçlendirilmiş bu dil, bugüne kadar kendi tabanı üzerinde fazlasıyla etkili olmuştur. Ne var ki bu söylem, emek ve Kürtler başta olmak üzere toplumun belli kesimlerini cezp etmeye yetmediği gibi Akp tabanının bir kısmı üzerinde de etkisini giderek yitirmektedir. Bu yüzden Akp, bir süreden beri daha geniş kesimlere hitap edecek bir ideolojik dil (kapsayıcı hegemonik söylem) arayışındadır. Öteki açılımlarla birlikte 1 Mayıs emek açılımını ve onu izleyen ‘normalleşme’ söylemini bu bağlamda değerlendirip, buna göre tavır almakta yarar vardır. Karşı-hegemonyanın gerektirdiği dil ve eylemlilik tarzları artık başka bir yazının konusu. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyeyim; sınıf dili ve pratiği, asla uyum, istikrar ve normalleşme gibi gerici uzlaşıları değil, tersine politik sınıf mücadelesi ile onun gereklilik ve haklılığını referans alır. İktisadi ve siyasi konjonktürün ibresi de zaten bu yöne işaret ediyor.