Sınıf bilincinden vazgeçtik.
Herkes mi kendi sınıfının düşmanı
bu ülkede.
Onca çalışanın hakları çiğneniyor,
en büyük işçi örgütlenmesinden ses yok.
Türk-İş diye bir kuruluş vardı,
hatırlar mısınız?
Şimdi Ankara Kızılay’da
yol tariflerinde bile
kullanılmıyor adı.
(Hani Türk-İş Genel Merkezi’nden
sola-sağa dön gibisinden.)
Memur örgütlenmesi ayrı bir komedi.
İşverenin yani hükümetin kurdurduğu
sendikalardan medet umuyor memur.
"Sen kendi işine bak" diyorsanız,
bu taraf zaten içler acısı.
Gazeteciler köşelerinde, TV ekranlarında
sürekli birbirini ihbar etmekte.
Başbakan’ın gözaltındaki gazeteciler için
"sadece 6’sının basın kartı var, gazeteci değiller" sözü,
zülfüyare dokunduğu için duymazlıktan gelmeler bir yana,
aynı Başbakanın (ki doğrusunu yaptı)
Suriye’de mahsur kalan gazeteci arkadaşlarımız için
aynı kıstası kullanmamasını
yadırgamadılar.
Yadırgasalar da es geçtiler.
Çünkü bugün gazete ve televizyonların
başında olan isimler patronlara
yaranmak adına 212 sayılı yasa yerine,
gazetecileri "işçi" kadrolarına almadılar mı?
Çünkü o zaman istediğini istediğin gibi
işten atma hakkın vardır.
Helal olsun Başbakan’a,
mesleğine ihanet edenlerin (ki yine meslekten gelen yöneticililerdi)
yüzüne ne güzel vurdu
şu basın kartı işini.
Kendilerini hükümet değiştirecek güçte hisseden
patron yalakalarından birinin
Tansu Çiller’e (o zaman Başbakan)
"Tansu biraz sonra yayına çıkıyorum
o iş ne oldu konuşmamı ona göre
hazırlıyorum) dediğine
şahit olmuş biriyim.
Âşık Serdari’nin dizeleri geldi aklıma;
"Nesini söyleyeyim canım efendim,
gayri düzen tutmaz telimiz bizim
arzuhal etsem deftere sığmaz
omuzdan kesilmiş kolumuz bizim…"
Derdim umutsuzluk aşılamak
değil elbette.
Fakat Nedim Şener’le
Ahmet Şık salıverilince
ve hükümet üyelerinin timsah gözyaşlarını
Nedim’in gözyaşlarına yoldaş etmesine
tanık olunca,
çokça kızıp, biraz üzüldüm.
Sevgili Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay
ve KCK operasyonları denilerek,
hâlâ tutuklu olan gazeteciler
unutulmasın istedim.
Çünkü ben bu tiyatroyu
en iyi bilenlerden biriyim.
2002’de ve ardı sıra gelen ilk balkon
konuşmasına bakarak;
Kürt sorununun bu hükümet tarafından
çözüleceğine,
faili meçhullerin aydınlanacağına,
Sivas katliamının hesabının sorulacağına,
Hrant Dink cinayetinin aydınlatılacağı söylemlerine
kısa bir süre de olsa,
çaresizlikten inanmak istemiş biriyim.
Bunu ister bir özeleştiri,
isterseniz "umut etmek "diye
iyimser değerlendirin.
Gerçek bu.
Ne yalancının mumu kaldı yakacak
ne bizim sabredecek halimiz.
Bir gerçek daha var ki,
o daha vahim,
inandığımız demokraside gidecek
kapı da hâlâ güven vermemekte
TAYFUN TALİPOĞLU – YURT