Bu hafta 8 Mart’a ve kadına ilişkin yazmayı düşündüğümde eski yazılarıma bakmak istedim. Daha önce ne demişim, bugün neler değişmiş diye. 2013 yılında yazdığım yazıdaki koşullarda kadın için değişen hiçbir şey yok. O yüzden 2013 yılında yazdığım yazıyı tekrar paylaşmak istedim.
Çalışma hayatının gerçek kahramanlarını, kadın işçileri yazmadan olur mu? Ben hep rahatsız olmuşumdur, 8 Mart denildiği zaman sadece töre kurbanlarından, kadın cinayetlerinden öteye geçmeyen kadın hikayelerini dinlemekten. Bunlar çok can yakıcı sorunlar ama 8 Martlarda konuşulması gereken tek başlık değil. Hatta sadece 8 Martlara bırakılacak sorun hiç değil. Oysa şiddet, insana dair kara bir hikayedir. Kadını anlatmak için fabrikalara, atölyelere, yoksul evlere, pazarlara da girmek gerek. Şiddet insanı, emeği sömüren, ülkelerin gelişimini engelleyen sistemin getirdiği bir sonuç. Bu sistem içerisinde kadını tek başına kurtarmak söz konusu olamaz. Evlerimize temizliğe aldığımız kadının hayatından yoksulluğu çıkartamadıkça o kadının hayatından şiddeti de çıkartamayız.
Şiddetin en büyüğü eğitimsiz ve yoksul bırakmak değil midir? Şiddeti yaratan zemini görmeden, şiddeti bitirmekten söz etmek bataklığı bırakıp sivrisineklerle uğraşmaktır.
Ben işçi kadınlardan söz etmek istiyorum. Fabrikalardaki kadınlardan. Evde çocuklarını bırakıp, sabahın ayazında mesaiye giden o kadınları anlatmaya çalışacağım. Hani bir şarkı vardır, Alpay söylerdi, “Fabrika Kızı” işçi kadınları öyle güzel anlatır ki;
“Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi
Sararkende hayal kurar
Bütün insanlar gibi
Bir evi olsun ister
Bir de içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir gider
Yeter ki mutlu olsun yuvası”
Belkıs Kümbetoğlu, İnci User ve Aylin Akpınar’ın, kayıtdışı çalışmaya dair yaptıkları ve kitaplaştırdıkları kadın istihdamına yönelik alan araştırması, çalışma hayatındaki kayıp işçi kadını ortaya koyuyor. Bu araştırma aslında 8 Mart’ın anlamını daha da netleştiriyor. Neden Emekçi Kadınlar Günü sorusuna yanıtı da veriyor.
Kitap üç akademisyenin öğrencileriyle birlikte yaptıkları bir alan araştırmasını içeriyor. Araştırma İstanbul, Kocaeli, Bursa, Sakarya ve Düzce illerinde anket şeklinde, karşılıklı görüşerek yapılmış. Kadın işçiler bu illerde ağırlıklı olarak tekstil, gıda ve hizmet sektörlerinde kayıt dışı olarak çalışıyor. Araştırmaya katılan 213 kadın çoğunlukla çocuk yaşta çalışmaya başlamış, birçok iş değiştirerek ve arada uzun dönemler işsiz kalarak bugünlere gelmiş.
Son derece elverişsiz ortamlarda, asgari ücretin altında ücretlerle, uzun çalışma saatleri boyunca kuralsız bir şekilde çalışan kadınlar, işte ve ailede yaşadıkları güçlükleri, yoksullukları, şiddeti açıkça ifade etmiş, örgütsüzlük ve güvencesizliğin kişinin yaşamını ne hale getirdiğini anlatmışlar. Sistemin görünmez kıldığı, kayıp işçi kadınlar haklarını savunabilecek, bu haklar için seslerini yükseltebilecek herhangi bir olanağa sahip değil.
Sağlık güvencesi, emeklilik, sendika etkinliği, onlardan çok uzak ve geleceklerinden umutlu değiller. Gene de yükselen işsizlik karşısında çalışmaktan hoşnut ve ücretten tatile, düzenli mesai saatlerinden, hastalık iznine tüm haklarını sınırlayan işverenlerine müteşekkirler.
Araştırmacılar, çalışmanın bu kadınları özgür, bağımsız ve güçlü kılmadığını, onlara sadece boğaz tokluğu temin ettiğini, buna karşılık onlar için bir çok rahatsızlık, eziyet ve aşağılanma anlamına geldiğini vurguluyor. Türkiye’de kadın istihdamı ve kayıt dışılık başlıklı bölümde, kadınların istihdama erkeklere oranla çok düşük katıldığı ve çalışma koşullarının erkeklerden farklı olduğu belirtiliyor. Araştırmaya göre hizmet sektörü giderek daha fazla kadının istihdam edildiği bir alan olmaya başladı.
İşte görülmeyen tablo bu araştırma sonucunda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Kadın, ülkenin koşullarıyla birlikte haklarını kazanıyor ya da kaybediyor. Yerli üretimi esas almayan ekonomi kadın ya da erkek demeden emeği sömürüyor, insanı köleleştiriyor.