Dünkü Hürriyet Gazetesinde Şeker-İş Sendikası Genel Başkanının yeni makam aracı haberi vardı. Araç, 18 Eylül 2018 tarihinde trafiğe çıkmış; alınalı daha 1 ay bile olmamış. Aracın bedeli, 1 milyon lira civarı.
Geçen hafta İsmet İnönü tartışmaları yapılırken, sosyal medyada da İnönü’ye saldıranlara çok güzel yanıtlar verildi. Bir tanesinde THY’de hesaplarında açık görülen 1 kuruşun hesabını soran ve günlerce hesapları taratarak nerede olduğunu bulan İnönü’nün hikayesi yer aldı. Keza ülkemizin kurucusu Atatürk’e dair bu tür örnekler saymakla bitmez. Benim çocukluğumda Bülent Ecevit’e dair de çok anlatılırdı böyle anılar. Gözü tok olmak, eline, beline hakim olmak erdemdi ve bunların aksi ayıplanırdı. Hele de fakir, fukaranın ekmeği, parası, pulu söz konusuysa buna tenezzül edenler toplumda ayıplanır, dışlanırdı.
Özal’la birlikte 1980 sonrası bu değerler tepetaklak olmaya başladı. İlk örnekleri sendikalarda yaşandı. AKP iktidarıyla birlikte neredeyse ahlaklı olan ayıplanır oldu. Aç gözlülük, işini bilmek, yandaş olarak ya da öyle gibi yaparak, mal mülk sahibi olmak aldı başını gitti. Hırsız değil de, hırsıza hırsız diyen yaftalandı. Tüm bu kirlenmeye sesini çıkarmayan ise ödüllendirildi. Yoksa özelleştirmeler nasıl tereyağından kıl çeker gibi yapılırdı? Kendi kendine yeten hatta ihraç eden ülke iken üretimi bitirip, dışa bağımlı hale nasıl gelinirdi? Onbinlerce insan işsiz kaldı; yoksulluk giderek yaygınlaştı ve derinleşti.
Ülkesinin bir kurumundaki bir tek kuruşun hesabını soran devlet adamlarından, ülkeyi bitiren noktaya çok hızlı geldik. Keşke İnönü’nün dediği gibi, “Namussuzlar kadar, namuslular da cesur olsa.” Keşke birileri çıkıp, Şeker-İş Başkanına dese ki; “Sen kimin parasıyla bu harcamayı yapıyorsun?” Şimdi anlıyor musunuz sendikalara neden güvenin sıfır olduğunu? İşi, işçinin hak ve çıkarlarını korumak ve artırmak olan sendikacıların çoğunluğu kendi çıkarlarını artırma derdine düşer ise sendikacılığa güven sıfırlanır. İsterse hükümet sendikalaşmanın önündeki her engeli kaldırsın, isterse sendikalaşmaya direnen işverene hapis cezası verilsin sonuç değişmez.
Bu durum sadece Şeker-İş’le sınırlı değil. Neredeyse tüm sendikalarda var. Yönetici olur olmaz ilk iş, makamı yeniletmek ve araçları değiştirmek. Lüks araca binmeyince sendikacı olunmuyor sanki. Hayatı boyunca kendisini geliştirmek, işgal ettiği makama ve hizmet ettiği sınıfa bir şeyler katmak gibi derdi olmayan adamlar, sendikanın parasını harcamayı kendisine iş edinip, bir de pişkin pişkin yaptıkları ayıbı savunuyorlar. Oysa aldıkları lüks araçların parasını alınterinden, ekmeğinden keserek veren işçi, ne ömrü boyunca o lüks araca biner, ne o kadar parayı bir arada görmüştür. Hatta sendikanın yapmadıkları yüzünden işini kaybeder, çocuğuna ekmek götürmenin derdine düşer. Ahlak sadece iki bacak arasında değildir, hatta orada hiç değildir. İnsanın yüzü kızarmalı önce. Kendisine lüks makam araçlarını, özel şoförleri hak görenler, insan olmanın erdemlerini unuttular. Türkiye’de sendikacılık tartışmaya açılmalı. Hele de böylesine bir krizin yaşandığı bir dönemde, hele de özelleştirmelerin ardından fabrikalar bir bir kapatılıp, taşınmazları satılırken eldekini korumak, eylemleriyle, mücadelesiyle gündeme gelmek yerine lüks harcamalarla gündem olanların varlıkları tartışmaya açılmalı.
Yamalı büyüyen ve bunu onur sayan bir milletin çocukları olarak, gelinen bu noktadan ar etmeliyiz. Sendikalara yönetici olanlar, hem sendikalara geldikleri hem de ayrıldıkları zaman tüm kamuoyuna mal varlıklarını açıklamalı.
Sendikalar kimsenin şahsi şirketi değil. Sendikaları kuranlar da bugünkü yöneticiler değil. Üyeler, genel kurul delegeleri hesap sorma haklarını kullanmalı. İlk denetim oradan başlar. Başkan olmak demek sorgulanmamak demek değil. Kendi döneminde aldığı lüks aracı, sendikanın malı sayanlara izin vermeyin. Hesap verebilen, hesap sorulabilen sendikacılar çoğalmadıkça, Türkiye’de sendikalar birilerinin çiftliği olmaktan öte gidemeyecektir.