‘RÜYA’DAN ‘KÂBUS’A, AMERİKA
Eskiden “Amerikan Rüyası” konuşulurdu. Şimdilerde “Amerikan Kâbusu”ndan söz edilir oldu.
Eskiden “Amerikan Rüyası” konuşulurdu. Şimdilerde “Amerikan Kâbusu”ndan söz edilir oldu. Bir farkla ki, “Amerikan Rüyası” orada yaşayanlara ilişkindi. “Amerikan Kâbusu”, Amerika’da yaşayanlarla dünyanın geri kalanının kaderini birleştiren bir “şey”e işaret ediyor…
Amerika, kapitalist dünyanın örnek aldığı, liderliğini kabul ettiği ülkeydi. ABD’nin, sıfırdan zengin olma fırsatlarının, benzersiz bireysel özgürlüklerin ülkesi olduğuna ilişkin bir inanç kapitalist dünyada yaygındı. Küreselleşme söylemi bu “fanteziyi” daha da güçlendirdi. Fukyama’nın deyimiyle “kapitalist kültürün en gelişmiş örneğini sunan Amerika modelinin dünyada yayılması doğaldı”.
Nereden nereye…
Geçen aylarda yoğunlaşan üç tartışma şimdi başka bir noktada oluğumuzu gösteriyor. Bu tartışmalardan biri, önce mali krizde finans sektörü kurtarılırken kurtarmanın maliyetinin halkın üzerine yıkılmasıyla, buna bağlı olarak patlak veren Wall Street İşgal Et hareketiyle gündemin en önemli konuları arasına oturdu. ABD nüfusunun yüzde 99’u krizden zarar görürken yüzde birinin servetine servet katmış olduğu genel kabul gören olgular listesine girdi.
MIT’den Acemoğlu ve Harvard’dan Robinson’un çalışmalarında gösterdikleri gibi, gelir dağılımının bozulması, geride kalan 30 yılda Amerika’da “toplumsal tırmanma” (sınıf atlama) olasılığını belirgin biçimde azaltmış. ABD’de gençlerin üniversite mezunu olma olasılığı bugün, 1960’ların çok gerisine düşmüş. Ekonomik olarak güçlenenlerin siyasi gücü de hızla artmış. Artık ABD toplumu 40 yıl öncesine göre çok daha adaletsiz bir yapıya sahipmiş (Washington Post 11/03)
Toplumsal adaletsizliklerin artması, “sınıf atlama” umudunun azalması, bu sırada çok ufak bir azınlığın ekonomik ve siyasi gücüne güç katmış olmasının, o ülkenin, devletinin yapısını, iç güvenliğe ağırlık veren bir yönde değiştirmeye başlar. Bu değişimin, dış tehdit algısıyla, devletin uluslararası konumunun olumsuz bir yönde gitmekte olduğuna ilişkin kaygılarla birleşmesi halinde daha da hızlanacağını kolaylıkla söyleyebiliriz. Son aylarda yoğunlaşan tartışmalar, ABD’de tam da böyle bir sürecin yaşandığını düşündürüyor.
“Terorizmle savaş”, ABD iç güvenlik yapısında, “nüfus denetleme” süreçlerinde, bireysel özgürlükleri daha önce akla gelmesi olanaksız düzeylerde sınırlayan önlemleri topluma kabul ettirmeye başlamıştı. Ancak, “terorizmle savaş” uluslararası alanda, hedeflenen hegemonya restorasyonunu getiremedi, bir “American Emporium”u kuramadı. Buna karşılık, başarısız savaşlar, yükselen güçler, hegemonya gerilemesi algısını güçlendirdi. Bu sonuca bağlı olarak, ABD dış politika entelijansiyası arasında, ABD’nin uluslararası konumu, (“hegemonyası”) üzerine sürmekte olan tartışmalarda, bir dış tehdit algısı yoğunlaştı.
Geçen iki hafta içinde, Financial Times’dan Gideon Rachman, The Economist ve Washington Post’tan David Ignatius bu tartışmaları değerlendiren yazılar yayımladılar. Bu bağlamda karşımızda en az on kitap var: Kagan, “The World America Made”; Ikenberry, “Liberal Leviathan”; Kupchan, “No One’s World”, Brzezinski, “America and the Crisis of Global Power”, Indyk, Lieberthal, O’Hanlon, “Barack Obama’s Foreign Policy”. Bader, “Obama and, China’s Rise”, Byrne, “How Scarcity Will Remake American Politics”, Subramanian, “Living In The Shadow of China’s Economic Dominance”, Steyn, “Get Ready For Armageddon”, Kiernan, “Becoming China’s Bitch”… Kagan’ınki hariç bunların hepsi değişen ölçülerde, bir gerileme, iktidarsızlık algısını, Çin korkusunu yansıtıyorlar. Tarih bize, imparatorluk projelerinin, ulusal iktidarsızlık algılarının çok tehlikeli toplumsal travmaları, gerici rejimleri gündeme getirebildiğini gösteriyor. Hele bir de bu algı iç güvenlik sorunlarıyla örtüşmeye başlarsa.
ABD’de bireysel özgürlüklerin hızla daralıyor olması da son aylarda yoğunlaşan bir başka tartışmanın konusu. Bu bağlamda üç gelişme dikkat çekiyor. Birincisi, polisin protesto gösterilerinde giderek daha ölçüsüz güç kullanması, çeşitli eyaletlerin polis güçlerini donanımlarını bu yönde geliştirmeleri (Stephan Salisbury, Le Monde Diplomatique, 24/3) . İkincisi devletin izleme, veri toplama etkinliklerinin, hızla yayılarak sıradan vatandaşları, muhalif siyasi etkinlikleri de kapsamaya başlaması (Los Angeles Times, 23/03). Üçüncüsü, FEMA (Federal Olağanüstü Hal Ajansı), “Fusion Centres” (bütün istihbarat örgütlerinin yerel birleştirilmiş eşgüdüm merkezleri) gibi son yılların ürünü olan kurumların etkinlikleri, kurulduğu iddia edilen tam teşekküllü, tutuklama kampları, ordunun iç güvenlik krizlerinde kullanılmasına ilişkin yeni yasalar büyük kaygı yaratıyor. Özetle ABD’nin bir “polis devletine” dönüşmekte olduğuna ilişkin tartışmalar, araştırmalar giderek yoğunlaşıyor.