NEREDEN NEREYE?
Yakın geçmişe kadar çalışma yaşamında istihdam ilişkilerinin temelini, en genel anlamıyla belirli bir işte yasal olarak günde sekiz, haftada 40-45 saat çalışma oluşturuyordu.
Yakın geçmişe kadar çalışma yaşamında istihdam ilişkilerinin temelini, en genel anlamıyla belirli bir işte yasal olarak günde sekiz, haftada 40-45 saat çalışma oluşturuyordu. İşçilerin haftalık çalışma döneminde en az 1 ya da 1.5 gün aralıksız dinlenmeleri gerektiği kabul edilirdi. Bu durum fiili olarak çok yaygın olmasa da, burjuvazi, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda, en azından yasal anlamda sigorta hakkı, iş güvencesi, çalışma sürelerinin sınırlandırılması, fazla mesai uygulaması, hafta sonu tatilleri vb gibi hakları tanımak zorunda kalmıştı.
İşçi sınıfının, sendikal hareketin güçlü olmasının da etkisiyle, sosyal ve ekonomik haklarının, diğer dönemlere kıyasla "görece iyi" olduğu, sosyalizm korkusuyla kapitalizmin "altın çağı"nı yaşadığı 1945-1970 arası dönemde bile üretimdeki ve kâr oranlarındaki artış oranlarının sembolik bir kısmı işçi sınıfına ücret ve sosyal haklar olarak geri dönüyordu. Bu dönemde işçilerin üretimdeki verimlilik artışı (sömürü oranı) üç katına çıkarken, bu oranın ancak üçte biri, toplusözleşmeler ile işçilere geri döndü. Bu durum sadece az sayıda gelişmiş kapitalist ülkede geçerli iken, bugün o dönemde bütün ülkelerde benzer uygulamaların yaşandığını sananların sayısı hiç de az değil.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu azgelişmiş kapitalist ülkelerin hemen hemen hiçbiri "sosyal devlet" olarak ifade edilen bu dönemi, bugün krizle boğuşan Avrupa ülkeleri ve hatta ABD kadar bile yaşamadı. Azgelişmiş ülkelerin işçi sınıfları, söz konusu ekonomik ve sosyal hakların "kırıntıları" ile yetinmek zorunda kaldılar. Bugün Yunanistan’da, İspanya’da, İtalya’da, Fransa ve Almanya’da işçi sınıfının haklarına karşı aralıksız saldırılar sürerken, ülkemizde bu hakların çok küçük bir kısmına sahip olanlara karşı büyük bir taarruz başlatılmış durumda.
Geçtiğimiz haftalarda Çalışma Bakanlığı, Üçlü Danışma Kurulu toplantısında kıdem tazminatı uygulamasının kaldırılması, yeni esnek çalışma modelleri, özel istihdam büroları vb gibi çalışma yaşamını alt üst edecek uygulamaları da içeren Ulusal İstihdam Stratejisi’ni, TİSK, Türk-İş ve Hak-İş’in önüne koydu ve 23 Şubat’a kadar konuyla ilgili yazılı görüş oluşturmalarını ve bakanlığa sunmalarını istedi. Türk-İş, kıdem tazminatının fona devredilmek istenmesi ile ilgili itirazları nedeniyle görüş bildirmeyeceğini açıkladı. Türk-İş‘in Genel Kurul kararını hatırlatarak kıdem tazminatına yönelik herhangi bir değişikliği "genel grev" sebebi sayacağını açıklaması bir meydan okuma gibi yansıtıIsa da, bu uyarının ne kadar etkili olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Şu bir gerçek ki, kurulduğundan bu yana sürekli eleştirilerin odağında olan Türk-İş, eskiden hükümetlere böyle bir rest çekseydi, Türk-İş‘e bağlı sendikaların üyelerinin sokağa inmesinden korkulur ve geri adım atılırdı. Yani Türk-İş’in bütün eksikliklerine rağmen, işçilerin haklarına yönelik bir saldırı gündeme geldiğinde "Ankara’da Türk-İş var" ifadesinin az da olsa bir anlamı vardı. Ancak Türk-İş kendisini işçi sınıfının çıkarlarını savunması gereken bir sınıf örgütü olarak görmekten çok "sosyal taraf" olarak tanımlamayı tercih etti ve bunun bedelini üye sendikaları ile birlikte bütün işçi sınıfı ödemeye devam ediyor.
Türk-İş, bağlı sendikalarının ve üyelerinin somut mücadele isteklerini, hükümetle müzakere yaparak çözebileceği yanılsaması yüzünden mevcut istihdam yapısını bile paramparça edecek olan Ulusal İstihdam Stratejisi’ne karşı herhangi bir somut politika geliştiremedi. Türk-İş‘in etkisiz tutumu, KESK ve DİSK’in bir süredir kendi gündemleri ile meşgul olmaları, hükümet açısından son zamanların en kapsamlı saldırısını hayata geçirmek için "düğmeye basma" zamanının geldiğini gösteriyor.
Bugün sermaye güçleri, karşılarında dik durabilecek, onlara geri adım attırabilecek ciddi bir sendikal güç görmedikleri için, kapalı kapılar ardında Hükümet ile birlikte yoğun mesai harcıyorlar. Arada bir basına bilgiler sızdırarak kamuoyunun nabzını ölçüp, tepkilere göre atacakları adımları hesaplıyorlar. Sendikaların bir zamanlar meydanlarda sıkça söyledikleri "Söz bitti, sıra eylemde!" sloganını bugün hükümet kullanmaya başladı. Ulusal İstihdam Stratejisi’nde söz bitti, sıra eylemde…