KRİZ, KAPİTALİZMİN DOĞASINDA
Birgün Gazetesi Yazı Dizisi – 2 –

Dizimizin İkinci gününde Prof. Dr. Korkut Boratav ile kapitalizmin krizinin dünü, bugünü ve geleceği üzerine konuştuk.
Küresel kapitalist sistemin gittikçe sıklaşan krizlerinin içinde yeni bir sürece daha girdik. Siz içinde bulunduğumuz krizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Kapitalizmin ve emperyalizmin tüm krizleri ile ortak özellikler taşıyor.
Kapitalizmin krizlerine belli periyodlar içerisinde yaklaşık 600 yıllık tarihsel sürecinde tanık oluyoruz. Şu an ki süreçte bu periyodların da gittkçe kısaldığını görüyoruz. Bu sürecin tarihsel gelişiminde bu tür krizlerin sıklaşmasını sistemin hangi özelliklerine bağlayabiliriz?
19.yy sonrasında krizler belli aralıklarla tekrarlanıyor; bazen uzun depresyonlar biçimi de alıyorlardı. Örneğin 1929 krizi 10 yıl süren bir “büyük depresyon”dur. İkinci dünya savaşının sonrasında ekonomik çevrimler hafifledi. Otuz yıl boyunca, Keynes’in reçeteleri yaygın kabul gördü; talep çöküntüleri, aktif maliye politikaları ile telafi edilebildi.
Ama bu dönem yeni sorunlar ortaya çıkardı. Evet, kapitalizmi sürekli olarak tam istihdamda tutabilecak iktisat politikası araçları bulunmuştu. Ne var ki, kapitalist sistemin egemen sınıfları, bu durumu sürekli olarak sineye çekmeyi kabul edecekler miydi? Zira, tam istihdamın sürekliliği emek/sermaye arasındaki ilişkileri, sistemin sınırlarını emekçiler lehine zorlayacak riskler taşımaktaydı. 1945’i izleyen 30 yıllık dönemin sonlarına doğru, Batı kapitalizminin tüm coğrafyalarında sistemin sınırlarını zorlayan bir dizi radikalleşme gerçekleşti. ABD’ de dahi siyah nüfus, gençlik ve giderek artan dalagalar halinde çalışan sınıflar radikalleşmiştir. Bu dalga Vietnam Harbi’nin son bulmasında belirleyici katkı yapmıştır. Faşist yönetimlerin ertesinde Portekiz, İspanya veYunanistan ; Fransa, İtalya, Batı Almanya, İsveç… Buralarda düzenin temellerini sarsan, sorgulayan çalkantılar oluştu; toplumlar hızla sola yöneldi. Bu radikalleşme emekçi sınıfların lehine otuz yıl boyunca sistematik olarak verilmiş olunan ödünlerin sonucu olarak algılandı.
Emperyalizmin tipik şablonunda metropol sermaye ihraç eder. Sermaye ithal eden çevre ekonomisinde ise bir yandan “canlanma” gerçekleşir; bir yandan da bağımlılık ilişkileri pekişir. Diğer sonucu ise, kâr ve faiz aktarımı biçiminde ters yönlü bir akım (bedel) oluşur. Ana mekanizma budur. Yalnız bir istisna vardır: Sistemin hegemon gücü, emperyalist sistemde metropole düşen yükümlülüklerin bir bölümünden azade olabilir ve kaynak aktarımı mekanizmalarını fazlasıyla lehine dönüştürme imkânına sahip olur. 19. yüzyılda bunu Britanya sömürgeleri üzerindeki siyasi kontrolünü kullanarak sağlamıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısından sona ise ABD ekonomisi bu süper emperyalist konuma geçmiştir. Burada doların bir dünya parası olması belirleyici rol oynamıştır.
Son günlerde AB dönem başkanlığını yürüten Rostovski: “Avro bölgesinde krizin devam etmesiyle beraber, bölgede bir savaş riskinin de olabileceğini” açıkça beyan etmiş. Siz AB’de bugün gördüğümüz krizde milliyetçi akımların yol açabileceği bir savaş öngörüyor musunuz?
Birinci ve İkinci Dünya Savaşının arkasında emperyalist devletlerin arasındaki rekabetin rol oynadığını bilmeyen yok. Yalnız tarihin aynen tekrarı gündemde değil. Öte yandan kapitalizmin talep sorununu aşmasında savaş ekonomisi daima önemli rol oynamıştır. Ancak bu, emperyalist güçler arasında doğrudan bir savaşın gündemde olduğunu göstermez. Öte yandan, Amerikan emperyalizminin hegomonik pozisyonu kaybolurken Çin’in yükselmeye başlamasının nasıl sonuçlanacağını bugünden öngöremiyoruz.
Türkiye büyümesini cari açığa dayandırarak, dış açık sağlayarak gerçekleştiriyor. Ayrıca finansallaşma da gün geçtikçe yoğunlaşıyor. Siz bu büyüme eğilimini nasıl görüyorsunuz? Yani büyüme sürdürülebilecek mi? Küresel bir model çerçevesinde Türkiye’deki taşeron üretim modeli, finansallaşma ağırlıklı büyüme hükümetin mevcut politikalarıyla nasıl sağlanacak?
2011’in ilk altı ayında gerçekleşen yüzde 10,1’lik büyüme hızı AKP yanlılarını fazla sevindirdi. Hemen hatırlatayım ki, Türkiye ekonomisi krizden de çok şiddetle etkilenmişti. Krizin en yoğun dönem 2009’un ilk üç ayıdır. Küçülme hızı yüzde 14,7’dir. O üç ay için bu bir dünya rekoruydu. 2 yıla yayılan 12 aylık kriz döneminde yüzde 7,8 daralma oldu. (2008 Ekim ile 2009 Eylül arası dönem). Özetle, Türkiye, çevre ülkeleri içinde krizden en çok etkilenen ama en hızlı çıkan ekonomilerden biri olarak dikkati çekiyor.
Batı ekonomilerinde krizin ilk aşamaları geçtikten sonra, finans kapitalin kurtarılması öncelik taşımış; bunun için sıfıra yakın faiz oranlarına ve aşırı likidite genişlemesine geçilmiştir. Artan likidite, krediye dönüşmedi; Batı piyasalarındaki kağıtlara yatırıldı, bunların getirileri düşük olduğu için 2010’dan itibaren Türkiye gibi yükselen ekonomilere taşınmaya başlandı. Peki bu gelişmeler ne zaman başımızı ağrıtır? Gelen paranın Türkiye’den çıkması şart değil, sadece yavaşlaması bile büyümenin yavaşlaması sonucunu doğurur. Hızlı sermaye çıkışları ise krize, küçülmeye yol açar. İşte şimdi bütün çevre ekonomileri gibi bu aşamayı yaşıyoruz.
DIŞ TİCARET AÇIĞI HIZLA BÜYÜYOR
2009 yerel seçimleri yabancı sermayenin çıktığı, ekonominin hızla küçüldüğü dönemde yapıldığı için AKP ciddi oy kaybına uğradı. Haziran 2011 seçimleri ise yükseliş konjonktürüne denk geldi ve AKP’nin seçim zaferine katkı yaptı. Gelecek nasıl görünüyor? Dış dünyada finansal gerilimler yeniden patlak verirse, Türkiye’ye dönük sermaye akımları durgunlaşacak ve 2008-2009’daki iniş tablosu tekrarlanacak mı? Bu riskin farkında olduğu için hükümet çevreleri bugünlerde “Dışarıdan bir fırtına geliyor, ama bunun sorumlusu biz değiliz. Tüm tedbirlerimizi aldık” gibi açıklamalarda bulunuyorlar. “Hangi tedbirler?” diye sorduğumuzda bunun cevabı yok. Sermaye girişine teslim olunursa, sermaye çıkışı da önlenemez. Yabancı sermaye frenlenip ulusal tasarruf ve birikimlerle ekonomiyi büyütmeye öncelik verilirse, dış dünya bozulduğunda bunalım yaşanmaz. İşte bu yüzden dış fazla veren hiçbir ekonomi son kriz içinde küçülmedi. Çin, Hindistan, Arjantin bu ekonomilere örnektir. Doğu ve Orta Avrupa ekonomileri, Meksika, Güney Afrika, Türkiye gibi kronik, yüksek dış açık, dış borçlanma ile yaşayan ülkeler ise küçülen, krizden etkilenen ekonomiler olarak karşımıza çıktı. Bugün bu durumun tekrarı gündemdedir.
Burada şunu da belirteyim: 2002-2007 konjonktürünü tekrarlıyoruz, ama daha da bozularak tekrarlıyoruz.
Söylediklerinize paralel olarak, küresel finans kapitalin yeni gözdesi olarak Türkiye’nin yükseldiğini görüyoruz. Bu konjonktürde sermaye akımları yoğun olarak yaşanıyor. Ancak Türkiye’nin ayrıca başka eksik yönleri de var. Örneğin talep yetersizliğinin gelen sermaye akımlarının yanında, tüketicilerin büyük miktarda yaptığı kredi borçlanmalarıyla da giderildiği görülüyor. Siz bu durumu nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de iç talebin genişlemesi, bir yandan dış kaynağa bağımlı olarak gerçekleşiyor. Bu genişlemenin arka planında ise borçlanma yatıyor. Adeta küçük bir ABD gibiyiz. Ne var ki, Türkiye ABD gibi dolar basarak dış borcunu ödeyemez. Bu yüzden daha çabuk tökezliyor. 2003-2007’de Türkiye’ye giren 185 milyar dolarlık yabancı sermaye neye katkı yaptı? Türkiye ekonomisinin sermaye birikimi hâlâ 1998’deki oranın altındadır. Dış kaynaklar, ulusal tasarruf oranını aşağı çekti; yani tüketim artışını pompaladı. Türkiye eğer geleceği planlamak gibi bir gündemle karşı karşıya kalırsa, neoliberal söylemin büyük bölümünü çöpe atacak; kaynak tahsisinin uzun vadede nasıl yönetileceğini düşünecek; sermaye birikimi ve büyüme profili açısından yeniden “planlamaya” dönüş yapacak. Bunun için de Türkiye’nin sınıf hegemonyasının değiştirilmesi lazım. Çünkü egemen sınıflar geçmiş krizlerden hiçbir şey öğrenmeyerek, serbest piyasa ekonomisi denilen soytarılığa hem kendilerini bağlamış hem de bu bağlantının ideolojik hegemonyaya dönüşmesini sağlamışlardır..
Türkiye’de emekçi kitlelerin giderek daha güvencesiz koşullarda yaşayarak krizin faturasını ödediği bu koşullarda, toplumsal mücadelenin yetersizliğinin nedenlerini nerede görüyorsunuz? Bu alanlarda nasıl bir mücadele ekseni oluşturulmalıdır?
Emekçi halk kitleleri, Türkiye’de sosyalist solun 12 Eylül sonunda çökertilmesi, sosyalist olmayan solun da sol özelliğini yitirmesinden sonra siyasal islamın ideolojik ve siyasi hegemonyası altına girdiler. Yani boşalan mekan siyasal İslam tarafından dolduruldu. O yüzden bu hegemonyayla mücadele büyük öncelik taşıyor. Diğer öncelik, Türkiye’de sosyalist solun ortak paydalar etrafında toplanan, yekpare değil ama birleşik bir güç haline dönüşmesidir. Adeta her şeyin yeni baştan oluşturulacağı bir dönemdeyiz.