İKTİDAR, PAZARLIK VE SENDİKA…
Bir pazarlık süreci her zaman tarafların birbiri için bir şeyler vermesi temeli üzerine kuruludur. Verecek bir şeyiniz yoksa orada bir pazarlıktan değil, bir dayatmadan söz etmek gerekir.

Bir pazarlık süreci her zaman tarafların birbiri için bir şeyler vermesi temeli üzerine kuruludur. Verecek bir şeyiniz yoksa orada bir pazarlıktan değil, bir dayatmadan söz etmek gerekir. Tıkanan birçok toplu iş sözleşmesinin temelinde bu olgu yatmaktadır. Aslında bilinen hikâye hep tekrar eder, daha fazla verirsem bu işletme batar, sizler de işsiz kalırsınız, işçi sendikası da karşı tarafın bir adım atmadan kendisinin mevcut durumu değiştirmeyeceğini anlatır. Pazarlık sürecine ilişkin yüzlerce yazı ve söz hep aynı minval üzerine tekrarlanır. Örnekleri arttırarak pazarlık sürecini her alana yansıtmak olasıdır. İlk adımın kimin tarafından atılacağı konusu çıkmazlardan biridir. Hiçbir pazarlık tarafı bu ilk adımı atmaya niyetli gözükmez. Çünkü pazarlığın kendi verdiği veya vereceği tavizler üzerine oturacağını düşünür. Bu da taraftarlar, isterseniz seçmenler ya da üyeler diyebileceğiniz kitle açısından son derece olumsuz bir tutum olacağı için reddedilir. Belki de bu nedenle daha fazlası istenirken zihnin geri planında yatan anahtarın "teslim olmamak" gibi bir tutumla özdeş olmaktadır. Ne de olsa teslimiyet ‘güçsüzlüktür’, zayıflıktır kısaca zafiyettir. Bu zafiyete ne devlet, ne sendika ne de bireyler katlanır. Siyaset dünyasında, ekonomide ve işçi ve işveren ilişkilerinde görülenler aslında taviz vermemekle uzlaşmamakla özetlenebilir.
Türkiye’de sendikalar açısından sadece 1960’lı yıllar sonrasında gösterdiği gelişmeye bakılsa bile, çalışanlar açısından azımsanmayacak haklar kazanılmıştır. Bugün ise sendika fikrine işverenlerin ve yöneticilerin karşı çıkmasının arkasında belirli bir savunma ve korunma isteği yatmaktadır. Bu korunma isteği kendi zafiyetlerinden ziyade sınıfsal çıkarları ile ilişkilidir. Ancak işçilerin sendikalarına üye olmayışlarını açıklamak o kadar kolay değildir. Çoğunlukla ilk akla gelen işçilerin sendikaya üye olmalarının kendileri için bir kazanç sağlamayacağı aksine işlerini kaybettireceği kanaatinin yaygınlığıdır. Gerçek durum bu işi kaybetme olgusu ile birebir örtüşmektedir. Cesaret gösteren az sayıdaki işçinin giderek azalması ve sendikalara üye olmamaları altında yatan temel nokta budur. Bu nokta Türkiye’de sendikaların üyelik oranının 2009’da yüzde 5.9’a kadar düşürmüştür. Bu oran OECD ülkeleri arasındaki en düşük orandır.
Büyüme oranımız yükselirken, krizler teğet geçerken, işgücü içinde örgütlenme oranımız sürekli azalmaktadır. Azalmanın duracağı bir nokta olacak mı? Bana kalırsa sendikalaşma oranındaki azalmanın sınır noktasına geldik. Bu oranın altındaki küçülmelerin sadece sendikalı işçi sayısındaki azalma değil aynı zamanda sendikaların da fiili durumlarını tartışmalı hale getirecektir. Türk-lş içindeki ayrışma ve yeni genel kurul süreci başta üye kaybı olan sendikalar açısından bir toparlanma sürecini başlatabilir.
Hazır söz sendikadan açılınca kamu sendikalarının üyeleri arasındaki inanılmaz yer değiştirme de gözden kaçmamalı.Yandaş sendikaların bulunduğu bir hak mücadelesinde pazarlığın kiminle ve ne için yapılacağı da tartışmalı kalır. Mevcut iktidar tarafından desteklenen bir konfederasyonun diğer konfederasyonlar, aleyhine gerçekleştirdiği üye sayıları Türkiye’deki kamu kesimi sendikacılığının siyasi iktidarlardan etkilenmesini ne denli güçlü olduğunun bir kanıtıdır.