HOCA TABUTA DÖNÜP SORSA…
GAZETECİ veya vatandaş; ayazda gaza boğulanlar, enkazda kurbansa içimiz yanıyor… Hayatlarını hiç umursamadıklarımızın enkazdan sağ çıkma ihtimaline mucize diyoruz. Madem her şey tersyüz… Cenazede hoca, cemaat yerine, tabutlara dönüp iki gazeteciye usulca sorsa:
GAZETECİ veya vatandaş; ayazda gaza boğulanlar, enkazda kurbansa içimiz yanıyor…
Hayatlarını hiç umursamadıklarımızın enkazdan sağ çıkma ihtimaline "mucize" diyoruz.
Madem her şey tersyüz…
Cenazede hoca, cemaat yerine, tabutlara dönüp iki gazeteciye usulca sorsa:
Bu cemaati, cemiyeti, devleti, hükümeti, vilayeti, piyasayı, medyayı nasıl bilirdiniz, diye.
Hocanın da gözleri dolu dolu öyle, ısrarla Sebahattin, Cem ve diğerlerine sorsa:
Bunlara hakkınızı helal ediyor musunuz, diye.
Belki artık öyle bir zamandır.
Bize, hayattaki ikiyüzlülere dönüp "Nasıl bilirdiniz… Helal ediyor musunuz" diye sormak yerine…
Enkaza, ayaza, gaza, yasaya, kasaya, piyasaya kurban ettiklerimize sorma zamanıdır!
İki yılı geçti; "Abidin’den İsmail’e" yazmıştım.
Kara gömülen, ruhları şaibelerden huzur bulamayan helikopter kayıplarından Gazeteci İsmail Güneş için:
"Karların arasında imiş, basın kartı, bilgisayarı, fotoğraf makinesi, bir de kamerası. Gazetecinin en çıplak mirası. İsmail’i umarım meslektaşları hiç unutmaz. Şöhret gürültüsü kirliliğinden mustarip ülke ile medyada, karbeyaz mücadeleyle bu mesleği onurlandırdı."
Abidin ise, ondan 46 yıl önceki İsmail’di; Cem, Sebahattin, Yükseller ve niceleri idi:
"İsmail, kendi doğmadan önce haber yolunda donarak ölmüş, ondan da genç yaşlarında aramızda donup kalmış üç gazeteciyle buluştu; gazeteciliğin hatıra cennetinin bembeyaz bir köşesinde."
Hürriyet muhabirleri Abidin Behpur, Yüksel Kasapbaşı, sürücü Yüksel Öztürk de, 1963 Ocak ayı, Çerkezköy’de kara saplanan trene ulaşıp "cep telefonsuz, bilgisayarsız, dijitalsiz, TV’siz, otoyolsuz ama gazetecilik aşkının tartışılmaz olduğu mütevazı daktilo, foto çağından haberler verecekti… Birbirlerinin son nefesine sığınıp dondular. Abidin, fotoğraf çantasına sımsıkı sarılmıştı. 46 yıl sonra İsmail’le makinesinin vedalaşması gibi. Belli ki iki sevgili zor ayrılmıştı. Abidin ve Yükseller öldü; iyi haberlerine ulaşmak istedikleri 180 yolcu kurtarıldı."
Abidinler, bir gazeteci mahallesinde çocukluğumun ilk gazeteci destanlarındandı. Hiç unutmam o yüzden. 46 yıl sonra, İsmail’in "şirket tarafından el konan" makinesinin ailesine kavuşması için de yazan işte o çocuktu.
Şimdi haberlerinden bildiğim, ödül aldıkları jüride bulunduğum Cem ve Sebahattin’i uğurluyor yorgun ve öfkeli kalbim. Kıyamıyorsun, hele medya enkazının hep altında kalmaya mahkûm emek, yürek dolu muhabirlere.
Şimdi arıyoruz, Sebahattin ve Cem’i ve de Miyazaki’yi kim öldürdü diye.
Şöyle diyeyim:
Cem henüz 11 yaşındayken, 17’sinde gazeteciliğe başlayacağı Evrenselin muhabiri Metin Göktepe’yi döve döve öldüren bir düzen vardı.
O düzen, Metin’i öldürenleri 19 ayda kurtaran; çürük inşaatçıdan büyük müteahhit yapan…
Çökmek için cinayet mahallinde 5.6’yı beklemeye yatan otele, Vali muhabbetinden istifade ile gaz ve cüret veren; ama "Vali istifa" diyeni gaza boğan düzendir!
Ali gider Vali gelir; kolay değişmez!
Sendikacıdan Meclis’te tartakçı çıkaran ama gazeteciden sendika çalan düzendir o.
O yazıdaki hissiyatımla…
"İsmail donduğu sıra (Sebahattin ve Cem ölürken de), kimi patron ile iktidar, gazeteciliğin risksiz, yıpranmasız olduğuna karar vermişti çoktan; maliyetler düşsün diye. Kimi gazetecinin hali vakti, belli yanıltmıştı!
Abidinler donduğu gün, yine gazeteci haklarının gaspı gündemdeydi. 28 Ocak cenazeler kalktı. 29’u gazeteciler yürüdü: Gazeteciyi halkı aldatmakta kullanamazsınız… Düşünce özgürlüğü yanında, sömürünün karşısındayız, diye."
Sebahattin ve Cem, düzenin enkazında kalırken de, hikâye aynı hikâye!