Emeğin Gücü, Emekçinin Yanındayız...
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
12 Ekim 2011
‘EMEKÇİLER ÇETİN BİR MÜCADELEYE HAZIRLANMALI’

Birgün Gazetesi Yazı Dizisi – 1 –

‘EMEKÇİLER ÇETİN BİR MÜCADELEYE HAZIRLANMALI’
BAŞLARKEN

       Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte tarihin sonu tezlerinin ortaya atıldığı, kapitalizmin nihai zaferini ilan ettiği safsatalarının ortaya atılmasından bugüne kapitalizmin, içine düştüğü yapısal krizini her geçen gün yeniden ürettiği günlerden geçtiği görülüyor. Özellikle 2007 yılında sistemin sinir merkezi olan ABD’de meydana gelen kriz, her ne kadar Hükümetin ekonomi sözcüleri tarafından teğet bile geçmeyeceği umulsa da(!) tüm dünyayı etkisi altına almış gözüküyor. Kapitalizmin ekonomi kurmaylarının aldığı önlemler ise kapitalizmin başka krizlerinin adeta yeni bir sebebi haline geliyor.  Tüm dünya merkez bankaları, taşıma suyuyla değirmen döndürmeye çalışırcasına kapitalizmin her gün kendi krizini yeniden üretmesi karşısında çaresiz kalıyor.

       Tüm dünyada krizin faturası ise elbette her zaman olduğu gibi emekçilere ödetilmeye çalışılıyor. Dünyada likiditenin bol olduğu zamanlar adeta kapıya kilit vurma noktasına gelen Uluslar arası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası ise, yaşanan kriz sonucunda ellerini ovuşturarak dünya sahnesine yeniden çıkıyor. IMF, batan ülke ekonomilerine neoliberal politikaları dayatıyor, hükümetler yurttaşlarına daha fazla kemer sıkmaları gerektiği yönünde salık veriyor! Emekçiler ise kapitalizmin krizinin faturasını ödememek için sokakları dolduruyor, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gür bir sesle haykırıyor. İrlanda’lı ve Yunanistan’lı emekçilerin ardından krizin derinleşmesiyle birlikte tüm Avrupa emekçileri birleşik bir emek mücadelesi için yeniden düşüyorlar yollara.

       Her geçen gün yeni krizlerin yaşandığı ve çok daha derin krizlerin kapıda olduğu görüşleri tüm dünyanın dilinde. İşte kapitalizmin toz duman olduğu şu günlerde biz de kapitalizmin yeni krizinin dinamiklerin neler olduğunu, yeni dönemde emekçiler için hangi tehlikelerin var olduğunu ve kapitalizmin krizine karşı emekçilerin nasıl bir mücadele  yürütmesi gerektiğine dair röportajlar dizisi hazırladık. Dizimize Prof. Dr. Ahmet Tonak, Prof. Dr. Aziz Konukman ve ekonomist Cüneyt Akman’la yaptığımız röportajları da ekledik.


       Sorularımıza içtenlikle yanıt veren, gözleri görmeyen, kulakları duymayan ‘yandaş’ ekonomistlere inat  kapitalizmin krizini en somut haliyle ortaya seren tüm akademisyen ve yazarlarımıza teşekkürü bir borç biliriz.
 
 
GİRİŞ
       Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte tarihin sonu tezlerinin ortaya atıldığı, kapitalizmin nihai zaferini ilan ettiği safsatalarının ortaya atılmasından bugüne kapitalizmin, içine düştüğü yapısal krizini her geçen gün yeniden ürettiği günlerden geçtiği görülüyor. Özellikle 2007 yılında sistemin sinir merkezi olan ABD’de meydana gelen kriz, tüm dünyayı etkisi altına aldı. Kapitalizmin ekonomi kurmaylarının aldığı önlemler ise kapitalizmin başka krizlerinin adeta yeni bir sebebi haline geliyor.
 
       Her geçen gün yeni krizlerin yaşandığı ve çok daha derin krizlerin kapıda olduğu görüşleri tüm dünyanın dilinde. İşte kapitalizmin toz duman olduğu şu günlerde biz de kapitalizmin yeni krizinin dinamiklerin neler olduğunu, yeni dönemde emekçiler için hangi tehlikelerin var olduğunu ve kapitalizmin krizine karşı emekçilerin nasıl bir mücadele  yürütmesi gerektiğine dair röportajlar dizisi hazırladık.
 
       Dizimizin ilk gününde Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ile birlikte kapitalizmin içine girdiği krizin temel dinamiklerini, hükümet tarafından’ krizin teğet geçeceğine’ inanılan Türkiye ekonomisini ve emekçilerin krize karşı ‘nasıl bir mücadele’ pratiği geliştirmesi gerektiği üzerine konuştuk.

Dünya ekonomisinin içinden geçtiği kriz sizce hangi boyutlarda? 2007’deki krizin devamı diyebilir miyiz?

       Evet. O zaman da adlandırdığımız gibi, kapitalizmin içerisinde neoliberal çözümün yarattığı bir krizdi. Şöyle ki neoliberalizm, sermayenin her yönde birikimi, kullanımı,akışı anlamında sermayenin önünü açarken, hem sosyal ve refah devleti uygulamalarını tasfiye ediyor, hem emek kesimlerinin gelirlerini aşağı çekiyor, hem de özelleştirme ve deregülasyon gibi uygulamalarla sermaye açısından en uygun zemini yaratıyordu. Bunun doğal sonucu işsizliğin artışı, gelir dağılımının iyice bozulması, gelirin yüzde 1’lik kesimde toplanmasını getirmişti. Bu da marksist anlamda bir gerçekleşme sorununa, yani, üretilen mal ve hizmetlere olan talebin düşmesine yol açacaktı. Sistem ise bunu finansallaşma yoluyla insanların ceplerine kredi kartı koyarak, çokça tartışılan mortgage kredisi ile ev sahibi yaparak, emeklilik sistemleri, üniversite taksitleri derken hayatın her alanında finansal mekanizmaları insanlara dayatmak suretiyle tüketim yolunu açarak krizini ertelemişti.  Bunun sürdürülemez hale geldiği noktada 2007 ve 2008’de kriz ortaya çıktı. Finans ve bankacılık sistemi “vergi mükellefi” yurttaşların cebinden ayağa kaldırıldı. Yani kazananların kârlarını cebe indirmesine izin verildi. ‘Kârlar özel, zararlar kamusal’ mantığıyla batmakta olan bankacılık sistemi trilyonlarca doları aşan kamu kaynaklarıyla ayağa kaldırıldı. Bu da ister istemez kamu borçlarının ve bütçe açıklarının artmasını getirdi. Bu sefer de sermaye kesimi, kamu bütçesinin altyapı yatırımlarına ve sosyal programlara yönelik kısmına, emek gelirlerine gözünü dikti ve kemer sıkma talebiyle mevcut alacaklarının tahsili gürültü çıkarmaya başladı. Yani bir anlamda 2007 ile 2011 arasındaki dönem neoliberal politikaların, piyasacı anlayışın aynen sermayeden yana sınıfsal tercihlerinin aynen devam ettiği bir yıl oldu.

Birkaç aydır tüm dünya resesyon korkusunu konuşuyor. Sizce bu tehlike bugün hangi boyutta?

       Krizin başladığı süreçten bugüne uygulanan ekonomi politikalarının kapitalizmin kendi mantığı içerisinde bile bir çıkış yolu göstermediği ortaya çıktı. Bunun en açık örnekleri Yunanistan ve İrlanda’dır. Kemer sıkma politikalarıyla yani emekçilerin gelirleri düşürerek, sosyal programları kısarak, özelleştirmeye ağırlık vererek kamu bütçesinin disipline edilmesi ve böylelikle piyasaların güveninin kazanılması ve bunun sonucunda büyümeye geçilerek borçların ödenebilmesinden medet umuldu. Fakat bu varsayımlar gerçekleşmedi.  “Ölme eşeğim ölme” politikalarının bir sonuç vermediği görüldü. Zaten İrlanda ve Yunanistan’daki ikinci şok dalgası bu uygulanan ekonomi politikalarının büyümeyi getirmediği gerçeği anlaşılınca ortaya çıktı. Ama neoliberalizm büyük bir ısrarla aynı mantığı Portekiz-İtalya-İspanya’da, belki bir sonraki aşama olarak Fransa’da uygulamaya devam edecek. Peşinen söyleyelim kriz ortamında neoliberal politikaların büyüme ve istihdam sağlaması mümkün değil.

Kitlelerin mücadelesi yeterli mi? Avrupa emekçileri nasıl bir mücadele yürütmeliler?

       Zaman içerisinde bir taraftan barışçı, ama bir taraftan da ekonomik taleplerinde kararlı, geniş kitleleri kavrayabilen bir “öfkeliler hareketinin” tohumları İspanya’da Puerta del Sol meydanında atıldı. Öfkeliler hareketi, bilindiği gibi, Mısır’daki Tahrir Meydanı’nda insanların çadırlar kurarak, direnişi o meydandan ayrılmadan sürdürmelerinden esinlenmişti. Daha sonra İtalya’da ve Yunanistan’da direnişin kararlı bir şekilde sürdüğünü gördük. Fransa ekonomisinin de okkanın altına girmesiyle birlikte Fransa’da, belki ileriki zamanlarda Almanya’da çok ciddi hareketler oluşacak. Bunların talepleri ne kadar ortaklaşırsa, ne kadar Avrupa sathına yayılırsa sonuç alma şansı o kadar artar. Şu anda krizin derin olarak hissedildiği Avrupa’da, Latin Amerika’da, İsrail’deki hareketler daha sol, daha evrensel ilkelere dayalı, dinin ve muhafazakârlığın toplum üzerindeki hegemonyasına karşı çıkan bir nitelik taşıyorlar. Böylece bizim hem sahip çıkabileceğimiz, heyecanlanabileceğimiz bir nitelikteler, hem de bir arada davranma küresel bir direniş gücü oluşturabilmek gibi bir potansiyel taşıyorlar. Ama bunun sistemli, programatik hedeflerinin de olması lazım.

Kriz süresince AB’nin, borç problemi yaşayan ülkelere yardım etme konusunda isteksiz davrandıklarını gördük. Yaşanan bu krizle birlikte AB projesinin de ciddi bir krize uğradığını söyleyebilir miyiz?

       Evet. Özellikle Avro projesi kapsamında ortak paraya geçişin cicim yıllarının sona erdiği görülüyor. Kriz döneminde risk algılaması artmaya başlayınca piyasalar riskli gördükleri ülkeleri çok yüksek faizle borçlandırma yoluna gittiler. Ve şimdi Yunanistan’ın 2 yıllık tahvilleri yüzde 45’lerle ifade ediliyor. Almanya’nın benzer tahvillerinin oranı ise yüzde 1’in altında. Böyle bir durum altında zaten ülkelerin borçlanarak mevcut borçlarını döndürerek düze çıkmaları mümkün değil. Yine ortak para, bir ülkenin krizle karşılaştığı zaman ilk akla gelecek makro ekonomik adımları atmasını da tamamen engelliyor. Ne yaparsınız? Mesela önce devalüasyon akla gelir. Devalüasyon yaparak rekabet gücünüzü artırabilirsiniz dış ticarette. Tek para sistemi buna izin vermiyor. Para politikalarıyla para arzını artırabilirsiniz. Böylelikle enflasyonu canlandırarak mevcut borçların yükünü azaltırsınız. Para politikaları da Avrupa Merkez Bankası tarafından belirlendiği için böyle bir şansınız da yok. MALİye politikaları ile ilgili de bir sınır var. Yüzde 3’ten fazla açık veremiyorsunuz. Dolayısıyla maliye politikaları da çok fazla bir sonuç vermiyor. Geriye tek bir yol kalıyor. Kriz içerisindeki bir ülkenin daha fazla ihracat yapabilmesi, krizin yükünün emekçilerin sırtına yüklenmesiyle mümkün.  Kriz tek bir ülke tek biri bir bölge ile sınırlı olmadığı için her ülke  aynı politikaları izlemeye başlayınca dünya üzerinde  hem emekçilerin gelirleri iyice aşağı çekiliyor, hem de bu politikalar bir sonuç vermiyor. Üstü şeker kaplanarak sunulan politikalara artık kitlelerin inanmadığını, öfkelerini yansıtmaya başlamalarının bir sonucu olarak görüyorum.

Ekonomist Nouriel Roubini, Marks’ın haklı olduğunu, kapitalizmin kendi kuyusunu kazmaya başladığını söyledi. Marks’ı referans alması nasıl görülmeli?

       Roubini’nin aslında yazdığı makalenin detaylarına baktığımız zaman kapitalizmin kuralları içerisinde sürekli bir işsizliğin, yedek emek ordusunun ortaya çıktığı yolundaki marksın sözlerine referans veriliyor. Ama marksın çözümlerinin de yeterli olmadığını söylüyor. Aslında Roubini kapitalizmin temellerine yönelik çok ciddi eleştirileri olmayan biraz da reklamı ve çarpıcı sloganları seven  ana akım iktisatçı. Roubini, mülkiyet yapısının değişmesine, sosyalizme, planlamaya, piyasanın miyopluğuna yönelik bir eleştiri sunmuyor. Sadece hükümetlerin izlediği politikalardaki ufak tefek eksikliklere işaret ediyor. Sistemin içerisinde kalınacaksa dahi, sistem içerisinde gelir ve serveti yeniden düzenleyen, kamunun yatırımcı rolünü öne çıkartan, özellikle spekülasyonlardan ve finansal kazançlardan ciddi vergi almayı öngören, biriktirilmiş servetlerin yeniden dağıtımını öngören kapsamlı bir program önermedikçe, devrim ve sosyalizm perspektifi taşımadıkça Marks’ın adını bir slogan olarak öne çıkartmanın çok büyük bir anlam taşımadığını düşünüyorum.

Herkesin bir süre sonra ‘Marks haklıydı’ diye ortaya çıkmasının sakıncaları neler?

       Orada şöyle bir tuzak var. Genellikle sistem çok sıkıştığı zaman kamu bütçesinden, vergi mükelleflerinin cebinden kapitalistler kurtarıldığı zaman bunu Keynes’e Marks’a bağlayarak bunun gerçek sınıfsal niteliğinin üstünün örtülmesi gibi bir tehlike var. Bunu da 2007-2008 krizindeki deneyimlerimizden de iyi bildiğimiz için buna karşı da çok uyanık olmak lazım.

Türkiye ekonomisine dönersek… Türkiye ekonomisinin mevcut krizden pek de etkilenmeyeceği söyleniyor. Türkiye’nin bugünkü ekonomik görüntüsü sizce nasıl?

       Türkiye’deki hükümet, ilk yarı rakamlarından yola çıkarak dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olmakla övünüyor. Ama diğer taraftan da şuna dikkat etmek gerekiyor. Türkiye bütün dünyada cari işlemler açığı en yüksek olan ülke. Son rakamlara göre GSMH’sinin yüzde 9’u civarında bir cari açık söz konusu. Yıl sonunda ise bu rakamın yüzde 10’a kadar yükselmesi söz konusu. Bir ülkenin çok yüksek cari işlemler açığı vermesi demek, o ülkenin başkaların tasarruflarıyla büyümesini devam ettirmesi anlamına geliyor. Bu da haliyle güvensizlik ortamıyla birlikte sermayenin çekilmesi halinde ekonominin tepetaklak olmasını, çok ciddi devalüasyonları, ekonomik daralmayı ve büyük bir işsizliği getirebilir. Türkiye ise ‘benim borçların çok yüksek değil, bütçemde önemli bir sorun oluşturmuyor’ diyerek böbürleniyor. Evet, rakamlara bakıldığı zaman Türkiye’nin 1999-2001 krizine giriş dinamiğine baktığımız zaman bu rakamlar nispi olarak istikrarlı gibi görünmekle birlikte mesela İspanya ve İrlanda, kriz öncesinde borçları çok makul bir düzeyde, bütçe açıklarının hemen hemen olmadığı iki ülkeydi. Halbuki bir anda üretim tepetaklak olunca borçlar anında yukarı fırlayabiliyor. Bütçe açıkları çok ciddi rakamlara ulaşabiliyor. Türkiye için de bu tehlikeler var.

KREDİ ARTIŞI KRİZ HABERCİSİ

       Kriz öncesi en önemli göstergelerden birisi olan ekonomideki aşırı ısınma göstergelerinden birisi de kredilerdeki artış. Kriz öncesinde ABD ve İngiltere gibi İspanya gibi krizin etkisini en şiddetli yaşayan ülkelerde kredilerin GSMH’lerine oranının yaklaşık olarak yüzde 20 olduğunu gözlemliyoruz. Türkiye’de şu anda 2010 yılında krediler yaklaşık olarak yüzde 44 civarında arttı. 2011’in ilk yarısında da yüzde 18.6 olarak artmış durumda.

 
       Diğer önemli konu ise, Türkiye’nin cari işlemler açığının yıl sonunda 70-75 milyar dolar civarında olması bekleniyor. Bir kriz anında yurt dışına çıkabilecek sermaye miktarı cari işlemler açığından çok daha fazla ve ekonomiyi çok daha fazla etkileme potansiyeli taşıyor. Bir de bu dönemde en önemli göstergelerden biri net hata noksan kalemi. Kaynağı bilinmeyen, nerden geldiği belli olmayan döviz girişleri Türkiye’ye şu ana kadar can simidi olmuş durumda. 2.5-3 yılda 18 milyar dolar kadar bir net hata noksan kalemi, 2007 krizinden itibaren baktığımızda da 29-30 milyar dolar kadar kaynağı belli olmayan para girişi olduğunu görüyoruz. Bu durum Türkiye ekonomisinin kucağında saatli bir bomba gibi oturmaya devam ediyor.

Ali Babacan, Türkiye’nin en önemli sorununun cari açık değil, resesyon tehlikesi olduğunu söylüyor. Bunu nasıl değerlendirmek gerekir?

       Ben bu analizlerin kendi içinde de çok tutarlı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hastanın tansiyonu yüksekken de aynı ilacı veriyorsunuz, düşükken de aynı ilacı veriyorsunuz. Merkez Bankası’nın politikaları buna benziyor biraz. Ekonomi çok fazla ısındı ve sermaye akışlarını dizginlemeniz gerekiyor. Faizleri düşürmek gerekir diyerek sıcak paranın girişine engel olmak gerekir demişlerdi. Ardından ise ekonominin soğumasıyla ilgili bir sorun var bunun da doğal sonucu faizleri aşağı çekmektir diyerek faizleri bir kez daha aşağı çekmiş oluyorlar. Ben düşünülen amacın istenen sonucu vermeyeceğini düşünüyorum. Çünkü onlar sadece sıcak paraya odaklanmış durumdalar. Halbuki yurt içindeki sıcak para, faizlerin düşüşünü de göz önüne alarak –zaten Türkiye’de tasarruf oranları çok düşük- düşük faizle daha fazla borçlanmayı, daha fazla tüketmeyi tercih edebilir.

 
       Bir diğer konu da FED, faizleri iki yıl müddetle neredeyse sıfır düzeyinde tutacağını açıkladı. Avrupa Birliği’nde de çok gevşek para politikaları uygulanıyor. O yüzden sermaye girecek yer bulamadığı için zaman zaman Türkiye gibi ülkelere geliyor ve böylelikle bu para denizi de ithalatın artmasını, cari işlemler açığının iyice tırmanması sonucunu veriyor. Ama uygulanan politikalar zaten kapitalist metropoller açısından da bir çıkış yolu üretmediği için bu kadar düşük faizler, bu kadar likiditenin sonuçlarının ne olabileceği Türkiye tarafından öngörülemediği için her an 2008 krizine benzer bir panik ortamı dünyada oluşabilir. Panik ortamında da siz uluslararası sermayeden sıcak paradan ne kadar fazla  beslenmişseniz, likiditenin kaçmasıyla o kadar da büyük bir şokla karşılaşabilirsiniz. O açıdan bu tehlike Türkiye ekonomisi üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam ediyor.

Hükümet yetkilileri ise krizin Türkiye ekonomisini krizin teğet bile geçmeyeceğini söylüyorlar. Ne yapmaya çalışıyorlar sizce?

       Sadece Türkiye değil, Brezilya, Hindistan, Çin gibi ülkeler göreceli olarak bu kriz döneminde ortalama olarak daha yüksek bir büyüme hızı tutturdular. Hükümet ‘biz bu işi biliyoruz, keramet bizde, ne yapsak sonucu iyi oluyor’ gibi bir yanılgı içerisinde. Gelgelelim benzer ülkeler içerisinde krize karşı kırılganlığı en fazla olan ülke Türkiye. Çünkü diğerler ülkelerin Türkiye ölçüsünde dış açıkları bulunmuyor. Batı dünyasında uygulanan ekonomiyi canlandırma paketlerinin sonuna gelindiği, değişik tahminlere göre son dönemde dünya ekonomisinde yüzde 50’nin üzerinde resesyon tehlikesinin olduğu açığa çıktı. Recep Tayyip Erdoğan’ın kriz bizi vurmayacak, teğet bile geçmeyecek sözü Süleyman Demirel’in ‘bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz’ sözüne benziyor. Ama en önemli nokta şu: Hükümetin kendisini dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi olarak gördüğü dönemde dahi Türkiye’de işsizlik çok büyük bir sorun olmaya devam ediyor. Hükümetin kendi istatistiklerine göre bile işsizlik yüzde 9.5 civarında. Ülke yüzde 11 büyürken işsizlik yüzde 10’lara yaklaşıyorsa ekonominin bırakın daralmayı, büyümenin yavaşladığı bir dönemde işsizlik ne düzeylere gelecek! Aynı zamanda işsizlik oranları da Türkiye’de gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü Türkiye’de iş gücüne katılım oranı çok düşük olduğu için Türkiye çalışma yaşına gelmiş kişilerin yüzde 50’sine bile istihdam sağlayamamış oluyor. Bu şekilde AKP’nin, kadınların asıl yeri evidir anlayışıyla bu acı gerçeğin de üstünü örtmeye çalışıyor.

Türkiye’de daha da şiddetlenmesi muhtemel olan kapitalizmin ekonomik krizine karşı emekçiler sizce ne yapmalı?

       Türkiye’deki emekçilerin 2001 krizinden ciddi bir deneyimleri var. Bugün bu deneyimi, örgütlenme pratiğini hayata geçirebilecekleri yeni bir fırsat doğuyor. Zaten ekonominin hızlı büyümesiyle hükümetin övündüğü bir dönemde dahi emekçilerin yaşam standartları iyice düşüyor, işsizlik yükseliyor, sosyal programların geriliyor, eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetler giderek paralı hale geldiği gibi cemaatleşmenin kadrolaşmanın arka bahçesi haline geliyor. Türkiye’de de bu dönem batıdakine paralel bir şekilde finansallaşmanın artmasıyla,  kişilerin faizlerin düşmesinin albenisine de kapılarak ihtiyaç ve mortgage kredileriyle kazanmadıkları parayı harcadıkları bir dönemdi. Kriz dönemi bu yanılsamaların sona erdiği, gerçeklerin ortaya çıktığı bir dönem olacaktır. Türkiye’deki emek ve hak mücadelesinin ötesinde, emekçilerin Avrupa’nın diğer köşelerindeki, Şili’deki, Latin Amerika’nın diğer bölgelerindeki enternasyonal mücadelelerin bir parçası olarak kendilerini hissettikleri, küresel anlamda gelirin, servetin, kaynakların daha eşit, adil dağılmasını talep ettikleri bir dönem olmalı. Ama şimdiden, daha kriz derinleşmeden emek örgütlerinin uzun, çetin ve radikal bir mücadeleye hazırlanmaları gerekiyor.

DİĞER HABERLER
YIKIMIN FATURASI EMEKÇİ İLE EMEKLİYE
YIKIMIN FATURASI EMEKÇİ İLE EMEKLİYE

OCAK’TA açıklanan 17 bin 2 TL’lik asgari ücrette döviz kurları nedeniyle meydana gelen kayıp 1.612 TL’ye ulaştı. En düşük memur maaşı ise 3 bin 94 TL eridi. 10 bin TL’lik en düşük emekli maaşı ise 399 dolardan 310 dolara geriledi.

YAŞLININ KADERİ YOKSULLUK OLDU
YAŞLININ KADERİ YOKSULLUK OLDU

Derinleşen ekonomik kriz ve hayat pahalılığı yaşlıları yoksulluğa mahkûm etti. TÜİK verilerine göre yaşlılarda yoksulluk patlaması yaşandı. Ülkedeki yaşlılarda yoksulluk oranı 4 yılda yüzde 7,5 arttı.

İŞSİZLİK YENİDEN KRİTİK SORUNLARDAN BİRİ OLABİLİR
İŞSİZLİK YENİDEN KRİTİK SORUNLARDAN BİRİ OLABİLİR

İSO Başkanı Erdal Bahçıvan, gelecek aylarda istihdamın seyrinin, büyümedeki yavaşlamanın keskinliği ve süresine bağlı olarak şekilleneceğine dikkat çekerek, “İşsizliğin Türkiye ekonomisinde yeniden kritik sorunlardan biri olması ihtimal dahilinde” uyarısında bulundu.

ÜCRETİ ÖDENMEYEN VEYA EKSİK ÖDENEN İŞÇİ NE YAPABİLİR?
ÜCRETİ ÖDENMEYEN VEYA EKSİK ÖDENEN İŞÇİ NE YAPABİLİR?

Ekonomik kriz derinleştikçe toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçilerin ücret ve yan ödemelerinin ödenmesinde giderek artan sıkıntılar yaşanacağı açıkça görülüyor.