DİJİTAL PLATFORM YENİ İŞ KAPISI
Gıda teslimatçısından çevrimiçi içerik üreticisine, ev temizlikçisinden yolculuk hizmeti sunanlara kadar milyonlarca insanın hayatı artık tek bir kavram etrafında dönüyor: Platform çalışması.
Dijital emek platformlarının sunduğu esneklik, düşük giriş bariyeri ve görünürdeki serbest çalışma imkânı, özellikle gençler, göçmenler ve kayıtlı istihdamda kendine yer bulamayanlar için cazip bir seçenek haline geldi. Ancak bu cazibe merkezinin karanlık bir yüzü de var: Belirsizlik, korunmasızlık ve güvencesizlik.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Cenevre’deki 113. Uluslararası Çalışma Konferansı oturumunda alınan karar, bu karanlığa ilk defa ciddi bir ışık tutuyor. Konferans, dijital platform çalışanları için özel olarak hazırlanacak bir uluslararası sözleşme ve tavsiye kararı ile platform ekonomisinin ilk küresel normlarını belirleme yoluna girdi. Bu tarihi adım, platform çalışanları açısından bir milat olarak değerlendiriliyor.
Esneklik mi, kırılganlık mı?
Literatürde “platform çalışması” ya da “gig economisi” olarak tanımlanan bu istihdam biçimi, çevrimiçi bir platform aracılığıyla sunulan kısa süreli, bağımsız işlerin toplamını ifade ediyor. Söz konusu model, çevrimiçi aracılar yoluyla uzaktan veya yerinde gerçekleştirilen ve genellikle kısa vadeli sözleşmelere dayanan işler olarak özetlenebilir.
Platform çalışanları çoğunlukla sözleşmesiz, asgari ücret güvencesi olmadan, iş kazalarına karşı korumasız, hastalık ya da doğum izni gibi haklardan yoksun çalışıyor. Üstelik kullandıkları ekipmanların (örneğin motosiklet, telefon, yakıt) masrafları da kendilerine ait. Algoritmaların yönettiği bu çalışma düzeninde iş dağılımı, ücret belirleme gibi süreçler çoğu zaman keyfi ve şeffaflıktan uzak şekilde yürütülüyor.
Uluslararası normlar
İşte tam bu noktada ILO’nun attığı adım büyük önem taşıyor. 113. Uluslararası Çalışma Konferansı’nda kabul edilen taslak Sözleşme; örgütlenme özgürlüğü, ayrımcılık yasağı, toplu pazarlık hakkı, adil ücret, sosyal güvenlik erişimi, güvenli çalışma koşulları gibi temel çalışma haklarının platform çalışanlarına da tanınması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor.
Sözleşme yalnızca temel hakları tanımakla kalmıyor, bu yeni çalışma biçimlerinin gerçekliğine uygun yeni yükümlülükler de getiriyor. Örneğin çalışma için gerekli ekipman ve masrafların işveren konumundaki platformlar tarafından karşılanması, algoritmik karar alma süreçlerinde şeffaflık sağlanması ve hesap kapatma gibi kritik kararlarda işçiye gerekçeli bildirim yapılması öngörülüyor.
ILO’ya göre, platform çalışanlarının “ortak” ya da “kendi hesabına çalışan” gibi etiketlerle güvencesiz bırakılması yerine, işin doğasına ve gelir ilişkisinin gerçekliğine göre sınıflandırılması gerekiyor. Bu bakımdan, Türkiye gibi hızla büyüyen platform ekonomisine sahip ülkelerin, uluslararası normlarla uyumlu bir yasal çerçeveyi bir an önce hayata geçirmesi gerektiği üzerinde duruluyor. Öyle ki, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bürokratları da bir süredir söz konusu yeni nesil çalışma modelleri üzerinde çalışıyor.
Türkiye ne yapmalı?
Türkiye’de, dünyadaki duruma benzer şekilde, özellikle küresel salgın sonrası dönemde platform çalışması istihdamın önemli bir alanı haline geldi. Ancak bu alan hâlâ büyük oranda kayıt dışı istihdam söz konusu. Türkiye’nin önünde üç temel sorumluluk bulunuyor. Birincisi, yasal düzenlemeler. Bu bakımdan, platform çalışanlarının statüsünün netleştirilmesi, bu kişilerin işçi mi yoksa serbest çalışan mı olduğunun belirlenmesi ve bu statüye uygun sosyal güvenlik ve iş güvencesinin çalışanlara sağlanması gerekiyor.
İkinci olarak, mevcut iş yasalarının platform ekonomisine uyarlanması ve uygulamanın sıkı denetlenmesi sağlanmalı. Bununla birlikte, sendikalar, platform temsilcileri ve kamu otoriteleri arasında sürdürülebilir bir diyalog mekanizması kurulması da son derece önemli.
Dijitalleşme, emeği dönüştürüyor. Ancak bu dönüşümde insan onuru, temel haklar ve adalet ilkeleri göz ardı edilmemeli. Uygulamalar değişebilir, algoritmalar güncellenebilir; ama emeğin değeri evrensel kalmalıdır. Türkiye bu sürece kayıtsız kalmamalıdır. Çünkü mesele yalnızca bir ekonomik model değil, aynı zamanda sosyal adaletin dijital çağdaki sınavıdır.




















































































