Ordu’dan Hatice, Hatay’dan Nahiye, Antep’ten Tülay, Konya’dan Zehra… Yurdun dört bir yanından ölüm haberleri geliyor. Kadınlar birer birer eşleri, oğulları, babaları, kardeşleri, kayın pederleri kısacası sözde “mutlu ve sıcak ailelerinin”, “yuvalarının” erkekleri tarafından katlediliyor. Yurdun dört bir yanından kan fışkırıyor…
Yurdun dört bir yanından kan fışkırıyor… Erkek Tanrı’nın ve erkek devletin, erkek yasalarının emri ile erkek milletin “en erkekleri” , erkekliklerine ve erklerine halel geldiğini hissettikleri anda sofralarındaki yeri öküzlerinden bile sonra gelen eşlerinin, bacılarının ve kızlarının “kınalı” boyunlarını kurbanlık koyun gibi gözlerini kırpmadan kesiyor.
Yurdun dört bir yanından kan fışkırıyor… Ve bütün bir ülke, bütün bir halk bütün bu cinayetleri bir gerilim filmi seyreder gibi, bir cinayet romanı okur gibi olağandışı bir metanetle ve sükûnetle karşılıyor…
Haberiniz var mı? : 112 günde 64 kadın katledildi!
Türkiye, 2014 yılının ilk gününe Isparta’da boşanma davası açtığı eşi tarafından vurulan Ayşe Güzel’in ölüm haberiyle uyandı. O günden bugüne erkek şiddeti ve devamında gelen ölümler hiç durmadı. 1 Ocak gününden bu yazının kaleme alındığı 22 Nisan’a dek geçen 112 günde 64 kadın katledildi bu ülkede. Üstelik bu yıllardır böyle. 2013’de resmi ve tespit edilen verilere göre 237 kadın öldürüldü. 2012’de bu rakam 139’du, 2011’de ise 121. 2010’da katledilen kadın sayısı 165, 2009 yılındaysa 105’ti. Son 7 yılda kadına yönelik şiddet % 1400 oranında artış gösterdi. Kadın düşmanlığında sayısız örneği bulunan AKP iktidarı boyunca kadına uygulanan şiddet, tecavüz, cinsel istismar, cinayet örneklerinde sayısız artış yaşandığı bu süre zarfında yapılan araştırmalarla, açıklanan raporlarla biliniyor. AKP ve AKP’nin azgınlaştırdığı maço kültür ve erkek egemen sistem kadınlara karşı şiddeti ve cinayetleri planlı ve organize bir şekilde yapar hale geldi. Öyle ki artık bu cinayetler bir soykırıma/jenoside dönüşmeye başladı.
Devletin, medyanın, emniyetin bu cinayetleri önlemede yetersiz kalmak bir yana bizzat el altından desteklediği görülüyor.
1998′de yürürlüğe giren 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” ilk inceleme konumuz olsun; Yasanın adı, “Ailenin Korunması” başlığını taşıyor. Ancak burada en az Aziz Nesin öyküleri kadar absürd ve ironik olan şey, şiddetin en çok ailede yaşanmasıdır. Bu durumda kim kimi kimden korunmaktadır? Şiddeti üreten şiddetin kaynağı aile kurumu mu, yoksa şiddete uğrayan kişi ya da kişiler mi? Şu durumda, isimlendirme ağır absürtlüğe ve çelişkiye işaret ediyor. Çünkü şiddet ailede yaşanıyor ve dolayısıyla korunması gereken de “aile” değil, şiddete uğrayan ya da uğrama tehdidi altında olan kadınlardır.
Kadının yaşam hakkına yönelen şiddet olaylarının çoğunda, kadın boşanmak istediği için şiddet görüyor. Ancak, yasada boşanan ya da fiilen birlikte yaşayan kişilerin de bu yasadan yararlanacağı açıkça belirtilmiyor, adeta yok sayılıyor. Oysa en yoğun biçimde şiddete maruz kalanları bu gruba giren kadınlar oluşturuyor. Çünkü boşanma gerçekleşse de eski kocaların eşlerini denetleme, kıskanma ve namusu olarak görme eğilimi devam ediyor. Bu, evli olmayıp da birlikte yaşayan ve ayrılan kadınlar için de geçerlidir. Nitekim Türkiye’de kadınlar boşandıkları için ve boşandıktan sonra ilişkiye girdikleri için öldürülüyor. Bu, fiilen yaşanan birliktelikler için de fazlasıyla geçerlidir. Ancak bazı mahkemeler, sözü edilen durumdaki kadınlar için koruma talebine hükmetmiyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın internet sitesinde yurttaşları eğitmek için koyulan Kurum Yayınları’nın içinde kadına yönelik şiddetin gündelik nedenlerinin açıklamasını bulmak ta başka bir ironik durum;
T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunda iki yıl Yüksek İhtisas Kurul Üyeliği yapmış olan Prof. Dr. Kemal Çakmaklı tarafından 1997′de yazılan kitabın önsözünü, dönemin Devlet Bakanı Işılay Saygın yazmış.
27. sayfadaki “Dayak” bölümünde “Unutmamak lazımdır ki dayak olayı sebepsiz ortaya çıkmaz” deniyor.
“Kliniğimize yapılan başvurular göstermiştir ki eşlerden birinin gergin, sinirli anında karşısındaki genellikle anlayışla sevgiyle cevap vermemektedir (…) Gerçi sebep ne olursa olsun yine de hatadır. En doğrusu, böyle bir ortam hazırlanmaması için tedbir almaktır.”
26. sayfadaki “Aldatma” bölümünde,
“Eşin ilgisizliği uzun süre devam edip, çeşitli uyarılara rağmen ilgisizlik önlenemeyince, uyarı yapan, eşini ikinci plana itmek zorunda kalmıştır” deniyor.
Çalışan Annenin Kılavuzu adlı kitapta ise, kadının asli görevinin ev hanımlığı olduğunu hala hatırlamak zorunda olduğunu öğreniyorsunuz.
“Anne çalıştığı gerçeğinin yanında asıl görevinin ev hanımlığı olduğunu her zaman hatırlamalıdır. Bir annenin birinci görevi kocasına eş, çocuğuna anne, yuvasına hanımefendi olmasıdır.”
Kadına yönelik şiddeti önlemesi beklenen Yasası ve Bakanlığı’nın mantalitesi bu olunca aslında sorunun çözümüne yönelik fazla umutlu olmaya da imkân kalmıyor. Kadının bu ülke de adı yok. Ne dün vardı ne de bugün. Moderni, Kemalist’i, feministi, türbanlısı, Türk’ü, Kürt’ü tüm kadınlar güçlerini birleştirip “yeter artık bedenimizden ve hayatımızdan elinizi çekin!” demedikçe yarın da kadının adı olacağı şüpheli…
M.Utku Şentürk