12 EYLÜL’Ü YARGILAMAK
Öyle ya, madem ki Türkiye darbelerle, darbecilerle hesaplaşıyordu kendine demokrat diyenlerin yaşananlara kayıtsız kalması nasıl açıklanabilirdi, bunca zaman 12 Eylül ile hesaplaşacağız diyenler neden hükümete destek vermediler?
Toplumsal yaşamımızda birçok açıdan köklü bir dönüşümün mihenk taşı sayılan 12 Eylül askeri darbesi nihayet yargıya taşındı. İktidar partisinin bu girişimi yakın geçmişe kadar darbeyle pek sorunu bulunmayan (En azından öyle olduğu düşünülen) hükümete yakın çevreler tarafından büyük heyecanla karşılandı.
Darbenin başlıca mağdurları ve asli hedefi olan devrimci kamuoyundan ve işçi sınıfı örgütlerinden ise aynı ilgiyi görmedi. Avuçları patlarcasına alkışlayanlar hızını alamadı, sahnelenen tiyatroyu kenardan izlemeyi tercih edenlerden hesap sordular.
Öyle ya, madem ki Türkiye darbelerle, darbecilerle hesaplaşıyordu kendine demokrat diyenlerin yaşananlara kayıtsız kalması nasıl açıklanabilirdi, bunca zaman 12 Eylül ile hesaplaşacağız diyenler neden hükümete destek vermediler?
Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle 12 Eylülün ve aynı dönemdeki diğer askeri darbelerin dünya ölçeğinde kapitalist sermaye birikim modelinin yeniden şekillenmesinde nasıl bir işlev gördüğünü sorgulamakla işe başlayalım.
1970’ler kapitalist dünya ekonomisinde kâr oranlarının gerilemeye başladığı bir dönemdi. İşçi sınıfının örgütlülüğü hızla gelişirken, emeğin toplam üretimden aldığı payda en üst seviyelere tırmanmıştı. 1970’lerin sonunda sermayenin krizi neoliberal dönüşüm politikalarının devreye sokulmasıyla aşılmaya çalışıldı.
Ne var ki, kamunun ekonomideki rolünün hızla daraltıldığı, işçi sınıfının kazanımlarının birbiri ardına tasfiye edildiği, ücretlerin bastırıldığı bir ekonomik modelin uygulanması dönemin politik dinamikleri düşünüldüğünde büyük zorluklar içeriyordu. Elverişli bir politik ortamın yaratılması için öncelikle işçi sınıfının örgütlü gücünün zayıflatılması gerekliydi.
Bu açıdan Şili’deki Pinochet darbesi önemli bir deneyim olmuştu. Hayek’e olan hayranlığı ve serbest piyasaya olan sarsılmaz inancı ile bilinen İngiliz Başbakanı Thatcher ile Friedman arasında yapılan görüşmede ünlü iktisatçı demir leydiye piyasa kurallarının yerleştirilmesinde şok politikalarının önemini vurgulamış, Şili modelini örnek göstermişti.
Thatcher ise Şili’deki sert askeri tedbirlerin İngiltere gibi "demokratik" geleneğin çok daha yerleşik olduğu bir ülkede tekrarlanmasının zorluğuna işaret etmişti. Sonraki yıllarda Thatcher bu konuda büyük yol aldı. Falkland savaşı ile milliyetçilik rüzgarını arkasına almayı başaran demir leydi artan popülaritesini örgütlü işçi sınıfını ezmek için kullandı.
İngiliz işçi sınıfının en örgütlü kesimi olan madencilere dönük polis şiddeti toplumun diğer kesimlerine de gözdağı verdi. Kapitalist merkez ekonomilerinde düşen kâr oranları İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan ile uygulamaya konulan neoliberal "reform" politikaları ile aşılmaya çalışıldı.
Sermaye birikim modelindeki dönüşümün bir diğer önemli ayağı ise çevre ekonomilerinin yeniden yapılanması yoluyla uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması, yeni yatırım alanları açılması, kapitalist dünya pazarının genişletilmesiydi.
Burada da uluslararası borç krizi ve sonrasında IMF tarafından dayatılan istikrar programları önemli bir işlev gördü. Ne var ki, bir kez daha ekonomik "istikrarın yolu öncelikli olarak politik "istikrar"dan geçmekteydi. Türkiye IMF tarafından dayatılan istikrar paketlerine maruz kalan onlarca ülkeden yalnızca biriydi.
İçerideki sermaye sınıfının da desteğiyle Şili’den Endonezya’ya, Brezilya’dan Arjantin’e işlevselliği ispatlanmış askeri darbe pratiği Türkiye’de de devreye sokuldu. İşçi sendikaları kapatılırken, sendikacıların yanı sıra emekten yana yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler tutuklandı, sindirildi, önemli bir kısmı da ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı.
Böylece IMF tarafından dayatılan, TÜSİAD tarafından alkışlanan 24 Ocak kararlarının siyasi zemini de oluşturulmuş oldu. Uygulamaya konulan ihracata dönük sermaye birikim modeli ile sanayii üretimi ithal ikameci modelin dayattığı sınırlamalardan kurtarıldı.
Gelir dağılımına ve ücretli kesimin alım gücündeki değişime duyarlı iç pazara dönük üretim yapısı yerini üretim maliyetlerini aşağı çekmek amacıyla ücretlerin bastırıldığı, çalışma hayatının denetimsizleştirildiği uluslararası pazardan pay kapma yarışına bıraktı.
12 Eylül ile birlikte Türkiye uluslararası "dibe doğru yarış"ın tam ortasında buldu kendini. Ve o günden bugüne bu yarışta epeyce yol aldı. Hani 12 Eylül’de Türkiye kaybetti denir ya. Koca bir yalan. Çoğunluk çok şey kaybetti elbet. Ama birileri de kazandı.
Sadece 1980’den bu yana sendikalılaşma oranındaki değişime bakmak dahi yeterli bunu görmek için. Sendikanın "s"sini duyduğunda uykuları kaçan, en ufak bir şüphede yüzlerce işçisini kapı önüne koyan patron dün destek verdiği Kenan Evren’in bugün yargılanmasını alkışlıyorsa bu vefasızlık değildir de nedir?
12 Eylülün yargıya taşındığı bu günlerde her geçen güne yeni işçi ölümleri ve tutuklama haberleri ile uyanıyoruz. 100’ün üzerinde gazeteci, 600’ün üzerinde öğrenci cezaevlerinde. Yargıda, akademide, milli eğitimde ve devletin tüm kurumlarında yapılan atamalarda eşi benzeri görülmemiş bir partizanlık uygulanıyor ama medya görmüyor, görenler de işten çıkarılan ya da tutuklanan meslektaşlarına bakıp görmemeyi tercih ediyor.
Böyle bir ortamda birileri çıkıp size 12 Eylül yargıda, Türkiye "demokratikleşiyor" diyor. İşte o an demokrasi kelimesi tüm anlamını yitiriyor.